Pages

6.12.15

hasbelkader

adresine ulaşmayan bir kartpostal vardı. sahibine teslim edilemeyen de bir hediye. kartpostal neredeydi bilinmez ama hediye bir masanın üzerinde kullanılmayı bekliyordu. sabırla. bir defterdi bu ve kapağında hasbelkader yazıyordu. hasbelkader gerçekten de güzel bir kelimeydi ve gerçekten de güzel bir hediye olabilirdi. çünkü her şey garip bir raslantı sonucu başlamıştı; ama sonrasında olan her şey tanıdıktı.

oysa ona en başından beri çok farklı gelmişti. yalnızca kendi yaşadıklarından değil, başkalarının yaşadıklarından ve yaşayabileceklerinden daha etkileyici, daha besleyici, daha heyecan verici, daha daha daha... ama değildi. biraz da buna üzülüyordu. anlatsa, yazsa, filmini yapsa kimsenin ilgisini çekmeyeceği çünkü herkesin halihazırda defalarca yaşadığı, defalarca yaşayacağı bir hikayesi vardı artık. kimsenin çekmediği acıları çektiğini, kimsenin sevmediği kadar sevdiğini, kimsenin yapmaya cesaret edemediği şeyleri yaptığını sanan biri için, bu katlanılır şey değildi. belki de sorun tam olarak buydu. bazen de sorun tamamen başka bir şey gibi geliyordu. başka birsürü şey.

aslında tek sorun, tek bir sorununun olduğunu sanmasıydı. bu sorunu bir aşabilse, birsürü sorunu olacaktı. ama aşamıyordu ve bu şimdi, çok daha anlaşılır geliyordu. bu kadar açık bir şeyi daha önce göremediğine şaşırıyordu. oysa bir kişi bunu her zaman, birçok kişi de zaman zaman ona söylemişti. demek ki, ancak sindirebilmişti, ancak kabul edebilmişti.

masanın üzerindeki deftere gözü her takıldığında onunla ne yapacağını düşünüyordu ama artık kararını vermişti. aklına gelen fikir, o defteri hediye edecek olmak kadar anlamlı bir fikirdi çünkü yine kapağında yazan güzel kelimeye yakışır bir eylem olacaktı. heyecanla nefesini tuttu ve...

18.11.15

gitmenin ne anlamı vardı?



belki de buydu ve bu kadardı. fazla büyütmemeliydi, fazla beklememeliydi. hayal kırıklıklarını ve kızgınlıkları iyileştirecek merhemler, mutlaka onlara neden olanların elinde olmak zorunda değildi. birinin yokluğunda bir başkasının varlığını unutmaktı asıl sorun ve bir başkası hatırlandığında gelecek biraz daha renklenebilirdi. bazen o başkasının küçük sürprizleri mutlu etmeye yeterdi ve eğer şanslıysak artardı bile.

bazen de yetmeyebilirdi. yine de denemeye değerdi ve kendini dipsiz kuyulara kapatmanın gereği olmayabilirdi. evet. insan böyle zamanlarda bunu isterdi, gözden kaybolmayı ve herkesin gözden kaybolmasını... ya da sonsuza kadar uyumayı. hem alınan nefes yetmez olduğunda bir dağ başında ya da çiçeklerle dolu bir bahçede olmanın pek anlamı kalmazdı. kuyu iyi gelirdi o yüzden, kuyu güvenliydi, karanlıktı, küçüktü. tıpkı bir... ama orası için artık çok geçti ve belli ki bir kuyu da hiçbir şeyin yerine geçemeyecekti. karanlık, küçük ve nemli bir yeri güvenli yapan şey, yerin kendisindense, o yerdeyken sahip olduklarımızdı. demek ki, bu kadar hayal kırıklığıyla, kendine öfkeyle ve kaygıyla herkesten uzakta da huzur bulmak mümkün olmazdı. öyleyse gitmenin ne anlamı vardı?

sahi, gitmenin ne anlamı vardı?

ve ne kadar önemli bir soruydu bu böyle.

7.11.15

ben bu sene...

winnicott okuyorum. bu bir gelişme, çünkü bundan bir ay önce birkaç sayfa okuyup bırakmak zorunda kalmıştım. henüz okumaya hazır olmadığım şeyler yazıyordu, geçiş nesnesinin çocuğun gelişimindeki önemiyle ilgili. geceleri birlikte uyunan oyuncak ayılar, elden bırakılmayan bebeklik battaniyeleri gibi örnekler vardı. açık açık söylenmiyordu, ama ben biliyordum, insanların da geçiş nesnesi yerine konulabileceğini ve bir geçiş nesnesi kullanmak için çocuk olma zorunluluğunun bulunmadığını.

biraz erken bir değerlendirme olacak ama, bu sene hayatımın en garip senesiydi. bin tane adım attım, her yöne. bazı yerlere koşarak gittim. bazı yerlerde karşımdaki duvarı zamanında göremedim, gördükten sonra duramadım. çarptım. oturdum duvarın dibinde. kalkmak istemedim. hayatımda ilk defa düşmemiş gibi yapmadım. bir süre oturup kalmanın ne kadar önemli olduğunu anladım. bazen de daha temkinli hareket ettim, daha sonucunu görmeden pişman oldum. kabuslar gördüm ama korktuğum gibi olmayınca rahatladım, bir adım daha atabileceğime inandım. daha büyük hayaller kurdum. hayal kırıklıklarını göze aldım ve göze aldığım hayal kırıklıklarını yaşadım. hiç ağlamazdım, biraz kendime izin verdim. eski omuzlara daha sıkı sarıldım, birkaç tane de yeni omuz buldum. yalnız olmadığımı anladım. yine de bazen kendimi çok yalnız hissettim. kendimi suçladım. kendimden utandım. her şeyin anlamsız olduğunu düşündüm. hayatın bile. sadece içimde değil, yakınlarda ve uzaklarda yaşanan bütün kaoslardan kurtulmayı, çok uzaklara gitmeyi istedim. biraz daha kalırsam boğulacağımı sandım. biraz nefes almak için kitaplara döndüm. sayfalarca okudum; gecelerce, günlerce başımı yastıktan kaldırmadım. bir süre hiçbir şey hissetmedim, sonra birden her şey üstüme geldi, olduğu gibi. bunların hepsini bir kez daha yaşadım. bir kez daha. bir kez daha. bir kez daha. bir kez d... 

inanılmaz ama, ben bu sene yürümeyi öğrendim. 
ama ben gelecek sene de yürümeyi öğreneceğim.
sonraki sene de... ve ondan sonrakinde de...
ve...

3.10.15

sahne 3, çekim 2, kayıt, motor!

bazen kendimi bir anlığına da olsa bir filmde başrol oyuncusu gibi hissediyorum. genellikle şarkılar buna neden oluyor, arabada giderken radyoda çalmaya başlayan red hot chili peppers - californication mesela. sağ taraftan içeriye vuran akşam güneşi, açık pencereden giren ve saçlarımı dalgalandıran rüzgar olmazsa olmaz tabii ki. bir de o sırada, tüm acılara rağmen eğlenceli bir gün geçirmiş olmanın, sevildiğini hissetmenin huzuru. yakınlarda keşfettiğim the audreys - oh honey de benzer şekilde hissettiriyor. kafam dumanlı bir şekilde aynanın önünde kendimden geçmişçesine dans ettiğim canlanıyor gözümün önünde, gayet yerimde oturuyor olsam da tam o sırada. rolünü oynadığım karakterin yaşadıkları da şarkıyla çok uyumlu, iyi gitmeyeceğini bildiği bir şeylerin peşinde ve kendisi durumu değiştiremediği için karşısındakinden yardım istiyor, "bana bunu yapma", "bana böyle şarkı söyleme", "bana böyle gülümseme" ve "benim için gelme" diye. bir de, bence bir yardım çığlığı şarkısı olan the bengsons - lift me var. gece, sokak lambalarının ışığı yüzünden tam karanlık olmayan, içindeki eşyaların kolaylıkla seçilebildiği bir odada, ifadesiz bir şekilde yatağımda oturuyorum bu şarkının çaldığı sahnede. bir sahne sonrası, benim gözümden çekiliyor ve aynı anda şarkı kuvvetlenmeye başlıyor. izleyici beni görmüyor, ama bağırışlarımı duyuyor, şarkı sayesinde.

bütün bu kendini bir sahnede sanmalar, büyük bir rahatlama getiriyor. bir başrol oyuncusu olarak, bir yanımın çok iyi bildiği hisler bunlar, o yüzden başarıyla altından kalkabiliyorum; ama sanki, çekimler bittikten sonra, uzaktan bakınca alakası olmayan bir yaşama devam ediverecekmişim gibi, bana gerçekte bunları hissettiren şeyler geçmiş gitmiş gibi geliyor. o an hiç bitmesin istiyorum. yazı yazarken de öyle oluyor. birinci tekil şahısla yazsam bile, anlattığım kişi ben değilmişim gibi geliyor. bambaşka birinin, belki de bir film karakteri gibi hayali bir kişinin düşündüklerini ben yazıya döküyormuşum, bunu yazarken yalnızca içeriğin duygu yoğunluğundan etkileniyormuşum gibi hissediyorum ve bu his kesinlikle bir an sürmüyor. kendi yazdıklarımı her okuduğumda pekişiyor ve garip bir şekilde hem içselleştirdiğim hem dışsallaştırdığım bir hale geliyor.

zaten neler yaşadığımızı anlatabilmek için biraz kendimizin dışına çıkabilmek gerekiyor; ve tam tersi, biraz kendimizin dışına çıkabilmek için neler yaşadığımızı anlatabilmek gerekiyor. o yüzden susanları, anlatmayanları, susturmaya çalışanları anlayamıyorum. keşke, diyorum, keşke herkes biraz daha fazla konuşsa.

30.9.15

hâlâ

- gemi gidiyor.
- hayır, gitmeye hazırlanıyor, ikisi farklı şeylerdir. ayrıca, buradan bakışla gidiyor olan, gittiği yerden bakışla geliyor olabilir.
- gidiyorken gelebilmek ya da geliyorken gidebilmek gibi aynı anda iki zıt yönü olabilen tek bir eylemi ifade için yeni kelimeler gerekebilir.


böyle muhteşem bir diyalog var ilhami algör'ün kitabı albayım beni nezahat ile evlendir'de. bir hikayede figüran olan, figüran olarak anlatıldığı için kendi geçmişini bile bilmeyen bir adamın kendi hikayesinin kahramanı olmaya çalışmasını anlatıyor. ancak henüz ortada bir hikaye yok; yalnızca anlam vermeye çalıştığı, kendisini yeni bir hikayeye götürecek bir işaret olup olmadığını anlamaya çalıştığı olaylar silsilesi var. bir noktadan sonra, o olayların kimin tarafından oluşturulduğuna, neden bir türlü kahraman olamadığına, mesela bütün rastlantılara rağmen neden nezahat ile birlikte olamadığına dair sorgulamaları var. vazgeçerek kahraman olamayacağını bilmesine rağmen vazgeçişleri var. başkalarından duyduğu öğütler ve o öğütlerden nefret edişleri var. onu dinleyecek kişiler var, çok tatlı bir sahaf var, tatlı bir usta ve tatlı bir kedi var. evden uzaklaşabilmek için anteni kontrol etme bahanesiyle dama çıkan adamlar var. bol bol sorulan "mesele nedir?" sorusu var. bol bol verilen "hayat hakkında fikrim yok" cevabı var. böyle bakınca, aslında adamın oldukça sağlam bir hikayesi var ve hikayede bizim hayatımızdan farklı bir şey yok. 

kahraman olmadığımız, hiçbir şeyi yola sokamadığımız, istediklerimizi elde edemediğimiz, akışına bırakamadığımız ya da oradan oraya sürüklendiğimiz ama gideceğimiz yere varamadığımız hisleriyle baş başayız. elimize geçen fırsatları değerlendiremediğimizi, bir hikayeden basıp gittiğimizde yolumuzu kaybettiğimizi görüyoruz. bunların aslında sorun edilmeyecek meseleler olduğunu, insanların çok daha büyük kayıplarla uğraştığını ve bize hâlâ kahraman olmadığımızı söyleyip duranlara bir tarafımızla gülmüyor; aksine onlara hak veriyoruz. kendi figüranlığımızla başkalarından çok biz dalga geçiyoruz. hayat hakkında gerçekten bir fikrimiz olmamasına rağmen, varmış gibi yapıyor ve sıkıcılaşıyoruz. hatta ölümüne sıkıcılaşıyor ve başkalarına işkence haline geliyoruz; ve ne yazık ki en sevimli halimiz bile bunu değiştirmeye yetmiyor. bunu biliyoruz, ama yine de çabalıyoruz. 

ya figüranlığımızı kabullenemiyor ya da kahramanı olduğumuz hikayeleri göremiyoruz. o yüzden gitmesek de, gitmeye hazırlanıyoruz. hep hazırda bulunuyor ama bir türlü hareket etmiyoruz. bu saatten sonra kaybedecek neyimiz varsa...

28.9.15

güz okuma şenliği - yaşasın!

sonbahar gelmiş, havalar serinlemeye, bulutlar güneşi gizlemeye başlamış. eskiden tam bir yaz çocuğuyken, birdenbire yağmuru, rüzgarı -hafif olmak kaydıyla-, karanlık ve kasvetli havaları sevmeye başlamışım. daha da önemlisi, hazır işi bırakmışım ve birsürü boş vaktim olmuş. evde de okunmayı bekleyen onlarca kitap varmış. bir de üstüne pinuccia, güz okuma şenliği'nin duyurusunu yapmış. ah! bazı şeyler nasıl da kendiliğinden oluyor, nasıl da bütün evren bunların olması için çaba gösteriyor, gerçekten inanılmaz. neyse, benim de listemin elimdeki kitapları yerleştirebildiğim hali şu şekilde. bakarsınız bu sefer okumaktan başka bir şey yapmayacağım bir üç ay olur ve o zaman listeye yeni kitaplar eklemem gerekir. öyle olursa boş kalan kategorileri de doldurmak üzere, bu halde gönderiyorum listemi. 

katılmak isteyen herkese keyifli okumalar! 


1. Kategori (10 puan): Şenliğimizin destekçisi İthaki Yayınları'ndan çıkan bir kitap.
Andy Weir / Marslı / 416 sayfa / İthaki Yayınları

2. Kategori (10 puan): İsminde güz mevsimini çağrıştıran bir kelime geçen veya olayların güz mevsiminde geçtiği bir kitap.

3. Kategori (10 puan): 700 sayfadan uzun bir kitap (Birkaç cilde bölünmüş kitaplarda ciltlerin toplam sayfa sayısına bakabilirsiniz).

Haruki Murakami / Zemberek Kuşunun Güncesi / 744 sayfa / Doğan Kitap

4. Kategori (10 puan): Olayların geçtiği yerin (köy, kasaba, şehir, ülke, kıta) adının kitabın adına yansıdığı bir kitap.

5. Kategori (10 puan): Esas mesleği öğretmenlik olan bir yazardan bir kitap.

6. Kategori (10 puan): Yasaklanmış bir kitap.

7. Kategori (10 puan): Herkesin okuyup da sadece sizin okumadığınızı düşündüğünüz bir kitap..
Gabriel Garcia Marquez / Yüzyıllık Yalnızlık / 464 sayfa / Can Yayınları

8. Kategori (10 puan): Başkasının sizin için seçtiği bir kitap. (Bu kategoride tavsiyelerine güvendiğiniz ve tanıdığınız birine gidip ne okuyacağınızı sorabilirsiniz veya bir yakınınızdan kütüphanenizden okumanız için rastgele kitap seçmesini isteyebilirsiniz. Kendi kendine karar vermek yok).
Adam Phillips / Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine / 160 sayfa / Ayrıntı Yayınları

9. Kategori (10 puan): Bir seriye ait bir kitap (Serilerin ilk kitapları kapsam dışı).
J.R.R. Tolkien / Yüzüklerin Efendisi III: Kralın Dönüşü / 408 sayfa / Metis Yayıncılık

10. Kategori (10 puan): Sadece tek bir kitabını okuduğunuz bir yazardan/şairden bir kitap.
İlhami Algör / Albayım Beni Nezahat ile Evlendir / 108 sayfa / İletişim Yayıncılık 

11. Kategori (10 puan): Bir kişisel gelişim kitabı.

12. Kategori (10 puan): Doğduğunuz yıl hayatını kaybetmiş bir yazardan/şairden bir kitap.

13. Kategori (10 puan): Beyaz perdeye aktarılmış bir kitap. 
Stephen King / Hayvan Mezarlığı / 399 sayfa / Altın Kitaplar

14. Kategori (10 puan): Halen yaşayan, Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış bir yazardan bir kitap.

15. Kategori (10 puan): Biyografi/otobiyografi/anı türünde bir kitap.
Temple Grandin / Resimlerle Düşünmek: Otizmin İçerden Anlatımı / 232 sayfa / Sistem Yayıncılık

16. Kategori (10 puan): Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk hakkında bir kitap.

17. Kategori (10 puan): Ödül almış bir öykü kitabı (Lütfen kitabınızı belirtirken hangi yıl hangi ödülü aldığını belirtin.)

18. Kategori (Her kitap 10 puan, 2 kitabı da okuyana ekstradan 30 puan, toplam 50 puan): İsminde zıt anlamlı kelimelerin olduğu iki kitap. (Örnek: Büyük Umutlar - Küçük Kadınlar; Denizin Altındaki Ada - Buzdolabının Üstündeki Kız; Kötü Saatte - İyi Kalpli Erendira)

19. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 30 puan, toplam 60 puan): Eserlerini aynı dilde yazan üç farklı yazardan birer kitap.

20. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 20 puan, toplamda 60 puan): Şimdiye kadar hiç kitabını okumadığınız dört yazardan birer kitap. Yazarların ikisi Türk, ikisi yabancı, ikisi kadın, ikisi erkek olmalı.
Kate Chopin / Uyanış / 197 sayfa / Zeplin Kitap
D.W. Winnicott / Oyun ve Gerçeklik / 186 sayfa / Metis Yayıncılık
Ferit Edgü / Hakkari'de Bir Mevsim / 198 sayfa / Sel Yayıncılık
Mine Söğüt / Deli Kadın Hikayeleri / 176 sayfa / Yapı Kredi Yayınları

14.9.15

everyday above ground is a good one

six feet under'a ait herhangi bir şey gördüğüm an, günümün geri kalanının o diziyi düşünerek geçeceğini biliyorum artık. alıştım. bu senenin başlarında, diziyi ilk izleyişimin üzerinden uzun zaman geçmiş, olayların neredeyse tamamını unutmuş ve bende sadece izlerken hissettiklerimin anısı kalmışken, bir kez daha açtım ilk bölümü ve birkaç ayımı daha bu diziye verdim. bilenler tahmin etmiştir, bir çırpıda bitirebilmek mümkün değildi. ben de her bölümü, sonrasında uzun uzun düşünebileceğim, olayları ve diyalogları tekrar aklımdan geçirebileceğim zamanlarda izledim. hatta dayanamadım, dizideki muhteşem diyaloglardan oluşan bir blog açtım: everyday above ground is a good one.

senelerce bilgisayarımın masaüstünde, claire'in, aslında bir cenaze aracı olan arabasıyla, turuncu saçları camdan savrulurken ışığa doğru yol aldığı fotoğraf vardı. o fotoğrafı bu kadar sevdiren, içimdeki çatışmaları, örneğin ailesinin ve toplumun onayını alabilmek için çırpınan, kendisini başkalarını iyileştirerek iyileştirebileceğine inanan, herkesle çok iyi ilişki kuruyormuş gibi görünen ama her zaman herkesten ve her şeyden uzakta olmayı düşleyen taraflarımı bana hatırlatması mıydı yoksa çizgileriyle, renkleriyle, havasıyla verdiği umut ve özgürlük hisleri miydi bilmiyorum. bir cenaze aracı fotoğrafının bu kadar iyi hissettirmesi de pek beklendik bir durum değildi ama hayatın bu olduğu kesindi. o araba, ancak önceden bir cenaze aracı olarak kullanıldığı gerçeğiyle birlikte kabul edilirse ışığa götüren bir araç oluyordu. işte, benim o dönemde tam da ihtiyacım olan şey buydu.



bugün de, diziyle bu kadar meşgul olmama rağmen dikkatimi ilk defa çeken bu aile fotoğrafıyla karşılaştım. son birkaç saattir bakmadan duramıyorum, herkesin yüzünü dikkatle inceliyorum, birbirleri arasındaki ilişkileri, yaşadıklarını tekrar tekrar düşünüyorum. diğer fotoğrafın aksine, bu fotoğraf ölümü, üzüntüyü, endişeleri, kırgınlıkları ve kızgınlıkları hatırlatıyor. diğer fotoğrafın aksine, inkar edilemez bir şekilde. evet. bütün bu insanlar yaşadıkları kayıplarla, ağlayarak, her şeyden vazgeçerek, birilerine tutunmaya çalışarak, başkalarına kızarak, aşağılayarak, hiçbir şey umurlarında değilmiş gibi yaparak, içerek, uyuşturucu kullanarak, resim yaparak, müzik dinleyerek, işlerine odaklanarak, başkalarının ihtiyaçlarını gidermeye çalışarak, basıp giderek baş ediyorlardı. bazen de baş edemiyorlardı. bizim gibi. bunu fark edince birden bu fotoğraf da tamamen kasvetli gözükmemeye başladı gözüme. köşedeki orkideler dikkatimi çekmeye başladı, ruth'un desenli şalı, herkesin siyah kıyafetlerini kendi kişiliklerine uygun hale getiren ayrıntılar, bazı yüzlerdeki belli belirsiz gülümsemeler ve bir arada oluşları... fark ettim ki, hayatta tamamen umutsuz bir durum da yoktu ve işte, bu dönemde de tam ihtiyacım olan şey buydu.

sonuç olarak, bu dizinin, bir hayatın özeti olduğunu ve masaüstümde artık bu fotoğrafın bulunduğunu söylememe gerek yoktur diye tahmin ediyorum.

p.s: son bölümü, diziyi bitirdikten sonra fazladan bir kez daha izlemiş olmama rağmen, blogumda o bölüme ait diyalogların olmadığını fark edebilirsiniz. bu da benim diziyle olan ilişkime dair birtakım bilgiler verecektir muhtemelen.

10.9.15

anger is the new denial

-- son günlerde çok da uzak olmayan bir yerde var olan kaosun yanında lafı edilmez ama, biraz kendi kaosumdan bahsetmek istiyorum.

birkaç gündür açıp duruyorum bu sayfayı. yazıp yazıp göndermekten vazgeçiyorum, hala bir şeyleri çözememiş olmak saçma geldiği için, hissettiklerimle baş etmeye çalışırken ortaya çıkanlar kulağıma ya çok acınası ya da çok duygusuz geldiği için, neden bahsettiğimi bile bilmediğim için... herhangi bir benzetme kullanmadan, hissettiklerimi, düşündüklerimi dümdüz yazabilmek istiyorum sadece. bir puzzle gibi her şey önümde. hatta bir değil, birden çok puzzle ve ben hangi parçanın hangi bütüne ait olduğunu bile bilmiyorum. bu parçalar birleştiğinde nasıl bütünler çıkacağını da... işte, böyle söyleyerek yaşadığımı ima ettiğim şeyleri, bu benzetmeyi kullanmadan, her şeyi kendimden bu kadar uzaklaştırmadan, yalnızca kendi duygularımdan bahsederek anlatmak neden bu kadar zor anlamıyorum. 

alt tarafı bir şeylere üzüldüğümü, bir şeylere kırıldığımı, bir şeyleri düzeltmeye çalışıp düzeltemediğimi hissettikçe içimin iyice acıdığını ve sırf bu yüzden denemekten vazgeçtiğimi söylemek istiyorum ama bunları kendime bile itiraf edemiyorum. hayatım boyunca, hayalperestlikle, iyimserlikle, mutlulukla yaptığımı; içimde bir kaosun olduğunu kabul ettiğim andan beri kızgınlıkla, hak arayışıyla, güç savaşlarıyla yapıyorum. etrafı yakıp yıkıyorum, bunu yaptığım için kendime kızıyorum, bana hak verilmemesini, sakinleştirilmememi kabullenemiyorum, isyan ediyorum, küsüyorum, gidiyorum. daha da uzaklara gitmek istiyorum, kimseyle ilişkimin kalmayacağı kadar uzaklara. 

oysa tek bir duygudan kaçıyorum. boğazıma kadar batmış olduğum ama bütün gücümle görmemek ve göstermemek için uğraştığım tek bir duygu var. 

üzülüyorum, gerçekten bazen çok üzülüyorum.

19.7.15

dream is destiny

üzerinde ne kadar düşünürsem düşüneyim anlayamayacağım, bu nedenle de başkasının anlamasına yardımcı olamayacağım bir şey varsa, o da nasıl olup da minicik bir umut görerek, hatta bazen hiç görmeyerek, hayal kırıklığıyla sonuçlanacağını bildiğimiz ihtimaller peşinde koştuğumuzdur.

ama bu çok sıkıcı bir giriş oldu, çünkü bu cümle gerçeği bir gram bile yansıtmıyor. dışardan bakınca hiç olmadığı -ya da en iyi ihtimalle küçücük olduğu- gözüken o umut, yukarıda tanımladığım türden bir durum içindeyken, hiç de minik gelmiyor aslında. hayatın her anını "neden olmasın ki?" düşünceleri ve "lütfen olsun" dilekleri kaplıyor. hayaller birbirini kovalıyor. bir şeyler, istenen yönde değiştiğinde hayatın ne kadar farklı olacağı kestirilmeye çalışılıyor. bunların gerçekleşmeyebileceğine yönelik -bir kısmını kendi kendimize söylediğimiz- sözler kulak arkası ediliyor, olmadı önemsizleştiriliyor, hiç olmadı tamamen bastırılıyor. kısacası, kurulması istenen dünyaya aykırı ne varsa, hepsi ortadan kaldırılıyor. 

oysa o kadar hassas bir dünya ki o, her an çıtırdıyor, kırılıyor, en ufak temasta yıkılacak gibi oluyor. bunun için, her an bir yerlerini onarmak, tekrar tekrar sağlamlaştırmak, nerenin çatladığını, nerenin yıkılmak üzere olduğunu sürekli gözlemlemek gerekiyor. bir süre sonra gelen darbeler de sertleşiyor. "gerçek" -ya da her ne boksa, evet çok sinirliyim- dışarıdan bastırıyor. bu cümleyi yazdığım şu saniyeye kadar olan hayatımın her anında, kendimi bildim bileli, böyle bir dünyayı koruyabilmek için çaba harcadım. geriye dönüp baktığımda hiçbir şeyin kendi kurduğum gibi olmadığını, kendimle ilişkimde, başkalarıyla ilişkimde, "hayat, evren ve her şey"le ilişkimde, gerçeğe hiç yaklaşamadığımı gördüm. bu cümleyi yazdığım şu saniyeden itibaren de bunun benzer bir şekilde devam edeceğini de biliyorum. 

tekrar sıkıcılaşmamak için uğraşıyorum - içimden bu zamana kadar konuyla ilgili okuduğum kitaplar, makaleler fışkırıyor. 

devam edecek olursam... çünkü kayıplardan nefret ediyorum. sanki kendimi olduğum haliyle hiçbir yere konumlandıramıyor, kimseye ait hissetmiyorum ve ancak o an hayalini kurduğum bir başka şeyin, kişinin, konumun varlığında tanımlayabiliyorum. onlar yoksa, ben de yokum. bu kadar basit. dolayısıyla ben aslında -belli ki- var olmaya çalışıyorum, o kırılgan dünyaya bu yüzden ihtiyaç duyuyorum. o kırılgan dünyayı sarsan cümlelerden bu yüzden bu kadar kaçıyorum, bunları söyleyenlere, bu yüzden bu kadar kızıyorum. 

böyle bakınca, kendime olan öfkem azalıyor. bu yüzden, bazı şeylere dışarıdan değil, içeriden bakmak gerekiyor. işte bu, gerçeğe birazcık daha yakın hissettiriyor. birazcık daha, çünkü burada duygu yok, çünkü bunları herkes okuyacak, daha da önemlisi, çünkü ben okuyacağım. gerçeğe en yakın olduğum an, bütün o duyguların varlığında içeriden bakabildiğim an olacak ve ben şu andan itibaren yine umutla, o anı bekliyor olacağım. 

21.6.15

"hayır, hitler'in değil, başkasının kavgası"

bu günden yaklaşık üç hafta öncesine gidiyoruz. zevkine kısa sürede çokça güvendiğim birinin heyecanla çıkmasını beklediği kitabı ben de almışım. ilk üç cümle ezberimde ama devamını çok merak ediyorum, çünkü kitabın norveç'te kısa sürede büyük yankı uyandırdığını biliyorum. yazarın kendi hayat hikayesini anlatıyor kitap. 4000 sayfalık bir serinin ilk cildi. bir insan 4000 sayfa kendi hakkında nasıl yazar, aklım almıyor.

ama yazıyor.

zaten ilk birkaç sayfayı okuduğumda hayal kırıklığına uğramayacağımı anladım. ölümden bahsediyordu ve bir de babasıyla ilgili bir çocukluk anısından. her ikisini de olanca yalınlığıyla anlatabilmesi şaşırttı beni ve açıkçası bu şaşkınlık kitap boyunca hiç geçmedi. duygularına açık olmak bir marifetse, knausgaard bu konuda çok başarılı bence - ki, görece daha yüzeyde değerlendirebileceğimiz üzüntü, öfke gibi duygulardan bahsetmiyorum. bu kitabın genel olarak aktardığı duygu ne diye sorarsanız, utanç derim. çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik döneminde ve genel olarak babasıyla, ama aslında hayatla ilişkisi ekseninde, kendinden uzaklaşmak istediği bütün yaşantıları kendine bu kadar yakınlaşarak nasıl anlattığını gerçekten anlayamadım. kitabı elime her aldığımda, neden bunları anlattığıyla ilgili olarak da çok düşündüm. bazı eserlerin hayata geçirilmesinde bilinçdışı bir şekilde amaçlandığı gibi, anneyi, babayı, hayatı affetme üzerine değil de, tam olarak kendini affetme, kendine yönelik suçlamalardan arınma, kendinden iğrenmeden vazgeçme üzerine kurulu bir kitapmış gibi geldi. serinin çok başında olduğumuz için, böyle bir yazımın ne gibi sonuçlarının olduğunu şimdiden tahmin etmek mümkün değil; ama heyecanla bekliyorum diyebilirim.

kurgunun, dilinin - ve tabi ki çeviri dilinin ve türkçe basımının - ne kadar özenli olduğunu bininci kez bir de ben tekrarlamayacağım. tek söyleyebileceğim, bu kadar "kişisel"leştirilmiş bir kitabın herkes tarafından paylaşılan birtakım duyguları bu kadar iyi yansıtması, o kişiselliğin özüne ne kadar iyi bir şekilde temas edebildiğini gösteriyor. sırf bu nedenle "en sevdiklerim"in arasına girdi ve sırf bu nedenle, en azından kendini anlamaya çalışan herkesin okuması gereken bir kitap bence. sonuçta, başkasının hayatını okurken, kendi hayatını sorgulamak inanılmaz değerli geliyor her zaman.

(bkz: insan neden klinik psikolog olur?)

bütün bunlar, kavgam'ın, hayatta ne gibi duygular yaşadığımızla ilgili yoğun bir şekilde ilgili olan bana hissettirdikleri ve düşündürdükleriydi. eminim her okuyan bambaşka izlenimlerle bitirecek kitabı. yine de genel olarak, hepimizin çok çok eğlendiği, çok çok üzüldüğü, çok çok utandığı, öfkelendiği, kaygılandığı, merak edip bahsi geçen şarkıları, yazarları, ressamları araştırdığı birçok farklı bölüm bulabileceğini düşünüyorum. kısacası, şimdiden bütün ciltlerine sahip olduğum, arada bütün kitapları geri dönüp dönüp okuduğum günlerin hayalini kuruyorum. umarım çok geç olmaz.

15.6.15

paradoks

şu an çok sağlıklı düşünemiyorum. dolayısıyla kendimle ilgili birazdan paylaşacağım gözlemler çok yerinde olmayabilir, gerçeği yansıtmayabilir. bilemiyorum, belki de tam olarak gerçeği yansıtıyordur ama ben kafanızda bir soru işareti bırakmak adına böyle söylüyorumdur. eğer öyleyse, son açıklamayı da yaparak kendimi açık etmiş ve aslında söyleyeceklerimin gerçeği yansıttığını göstermiş olabilirim. demek ki, söyleyeceklerimin gerçek olduğunu düşünmenize ihtiyacım var, ama yazıya başlangıç şeklime bakarsak, bir tarafım bundan çekiniyor ve bu nedenle söyleyeceklerimin gerçeği yansıtmadığını düşünmenizi sağlamaya çalışıyor olmalı. bir durup gözden geçirecek olursak, bu noktaya gelene kadar yazdığım her kelime, gerçeği yansıtmama-yansıtma doğrusunda, ilk cümleyle hafiften sola çekilen her bilgiyi sağ tarafın en ucuna doğru iten kelimeler oldu.

biraz önce durduğumuz noktaya geri dönelim o zaman. çekindiğimden bahsetmişim. çekindiğim için, aslında istediğim şeyin tam tersi şekilde bir ilk adım atmışım belli ki. sonrasında da bir gel-git yaşamışım: bu adımı gerçekten böyle istediğim için mi attım, yoksa böyle olması gerektiğini düşündüğüm için mi? tam olarak bu ikilemi yaşadığımı söylemem, ne istediğimi ortaya çıkaran şey olmuş. ne istediğimin ortaya çıkacağı düşüncesi de, ortaya çıkması da endişelendirmiş beni. tam olarak bu noktada kalmışım çünkü bu noktadan devam edebilmek için, bir karşılığa ihtiyaç duymuşum. bilememişim çünkü, nasıl başlarsam başlayayım söylediklerimin gerçeği yansıttığına ikna etmek için ne kadar daha dil dökmem gerektiğini. bir "tamam tamam, inandık" dense mesela; ya da "bu kadar inandırmaya çalışman gerçekçiliğini iyice azalttı" dense... o rahatlatırmış beni sanki. ben koyamıyormuşum çünkü o sınırı.

evet. sondan hemen önce, çok yerinde olmayabilecek, gerçeği yansıtmayabilecek "kendimle ilgili birazdan paylaşacağım gözlemler"in, hemen bir sonraki cümleden başlayıp bu yana kadar gelmiş olabileceği sorgulamasıyla baş başa bırakıyorum sizi. ben devam ettirirdim ama, gerçekten şu an çok sağlıklı düşünemiyorum.

17.5.15

derinde

"Çıkar çıkarabilirsen kulaklarındaki o inatçı sesi 
Kalbim bir balığın gözlerinde 
Kim baksa bana 
Kim dokunsa 
Kim sevse 
Önce iğde ağaçları diyorum 
Sonra iğde kokusu 
Bitmek bilmiyor anlatacaklarım 

Kaldım diye değil 
Kalbim bile değil 
Önce iğde kokusu 
Kim baksa 
Kim dokunsa 
Kim sevse 
Korkuyorum 
Sahiden mi diye 

Kalbim o balığın gözlerinde 
Öyle utangaç kaldı ki 
Ne zaman bir şiir okusam 
O balığın kalbinde 
Utangaç gözlerim 
Sevmek için değil 
Sevilmek için değil 
Sahiden de değil 

Sahiden sevmek 
Derinden 
Çok derinden 
İçimizdeki yapbozdur
Ne zaman yapılır 
Bozulduğu zaman

Yasemin Şenyurt

---

bu şiiri yüzeyde'ye cevap olarak mesaj kutumda buldum dün gece. biraz daha huzurla uyudum, anlaşıldığımı hissettim, birilerinin derine inebildiğini gördüm. o yüzden bu yazının böyle bir başlığı hak ettiğini düşündüm. iyi ki hayatımda böyle kişiler. böyle, derine inerek beni de oralara çağırabilen kişiler. bazen ne kadar şanslı olduğumu unutuyorum sanırım.

16.5.15

yüzeyde

"love is all you need."
- the beatles

aynen bu şekilde başlamıştım akademik hayatımın en önemli makalelerinden birine. makalemin özeti buydu gerçekten. sevebilir ve sevildiğine inanabilir konuma gelene kadar yaşananlardan ve bu sürecin terapi ilişkisinde de ortaya çıktığından bahsediyordum. o konuma gelmenin yetmediğini ve asıl önemli olanın, o konumda kalma çabası olduğunu vurguluyordum. vardığın yerin değil, yolun önemli olduğunu söyleyen binlerce felsefe gibi. yeni bir şey söylemiyordum kısacası. yaptığım alıntı da bugüne kadar söylenmiş en farklı şey değildi.

ama nasıl oluyorsa, bunu her seferinde unutuyordum. defalarca yaptığım gibi, bir yerlere varmaya çalışırken bir ton şeyi gözden kaçırıyordum, daha çabuk olamadığım için kendime kızıyordum, o esnada kimseyi sevmeye fırsat bulamıyordum ve beni sevenlere yeterince önem veremiyordum. peki, nereden çıkmıştı bunca korku ve öfke? ve hatta bu duyguların kendisi neden bu kadar korkutucu ve öfkelendirici olmuştu birdenbire? bu sorulara verilecek birsürü teorik cevabım vardı, zor bir yol üzerinde olduğumu rahatlıkla söyleyebilirdim hissiz bir şekilde. hatta bazen gülerek. kendimi gerçekten anlıyormuşum, yolu gerçekten görüyormuşum gibi.

anlamamak ve görmemek için çabalıyordum oysa o sırada. hala çabalıyorum bir yandan, bunları görüyor olmama rağmen. sevemeyeceğime ve sevilemeyeceğime dünyanın en mantıklı düşüncesiymişçesine inanmama neden olan birtakım "eksiklik"ler içinde olduğumu hissediyorum çünkü. kendime ve yola dikkat etmeden körlemesine "yürümek" ise, o eksiklikleri bir an olsun unutturuyor. böylece korku da kalmıyor, öfke de. seviyor ve seviliyorum. yani, yüzeyde.

buradan ilerisi gelmiyor zihnime, takıldım kaldım. biliyorum işte, artık hiçbir şeyin göründüğünden ibaret olmadığını anladım. yüzeyin, gerçeğin çok küçük, minicik bir parçası olduğunu da... o yüzden geri geldi korkular, öfkeler, eksikliklere tahammülsüzlükler. bu yüzden zihnimde çağrışıp duruyor belki o herkesin bildiği şarkı sözü.

ve ben bu şarkı sözüyle özetlenebilecek kimbilir kaç yazı daha yazacağım?

4.5.15

çok tanıdık değil mi?

3.5.15

"my blood aches from waiting"*

birazdan söyleyeceklerimde yalnız olmadığımı düşünüyorum. zaten haksızlık etmek istemem kimseye, eminim hepimiz hayatımızın tamamını eksik bir şeylerimizin tamamlanmasını bekleyerek geçirdik. çok bekledik. daha çok bekleyeceğimizi bilerek beklemeye devam ettik. ne yazık ki, gerçekleşme ihtimali olan beklentilerimizden bahsetmiyorum şu an; aksine, daha derinlerde, bir gün her şeyin geçeceğini ve hayatımızın tamamen değişeceğini umut ettik. ve dediğim gibi, beklemeye devam ettik. açık konuşmak gerekirse, özünde benzer ihtiyaçlardan dolayı birbirinden tamamen farklı şeyler bekleyen bunca insanın arasında bekleme durumunu daha iyi anlatan birini görmedim.

evet. beklemekten kanım acıyor.

evet. tam olarak hissettiğim bu. elimden hiçbir şey gelmezken ve aslında bazı şeyleri değiştirebilmek için yapabileceğim bir şey yokken bile kendimi suçlarken, canım değil, ellerim, kollarım, bacaklarım değil, ciğerlerim değil, kanım acıyor. çaresizlik mi deriz buna, hayal kırıklığı mı, kaygı mı, bilmiyorum. bir isim koymaya çalıştığımızda yaşadıklarımızın içinden bir şeyler -hem de oldukça önemli bir şeyler- kayboluyormuş gibi hissediyorum. hiçbir isim, her nefes alışımda, benliğimin her yanında kendini hatırlatan bir durumu anlatmaya yetmiyor çünkü.

öyle bir şey ki bu dizede bahsedilen, beklemeye -ve yaşamaya- devam etmeye karar verirsem eğer, acıdan kurtulmamın hiçbir yolunun olmadığını da anlatıyor. beklemekten vazgeçmek de, bir şeyleri değiştirebilmek için bir adım atmak ya da bir şeylerin gerçekleşmeyeceğini kabul etmek anlamına geliyor. hangi yolu seçeceğimi de bilemiyorum ve bana yardımcı olacak bir işaret bekliyorum.

yine.

*before the rain filminin başında geçen şiirden.

18.4.15

anladıysanız, bana da anlatın

neler yazıyordum buraya, nasıl yazıyordum, hatırlamıyorum. yine var bahsetmek istediğim şeyler. farklı farklı kişilere kırgınlıklar, kızgınlıklar... hayal kırıklıkları, boğazda düğümlenmeler... sadece bunlar da değil, mutluluklar, heyecanlar ve umutlar. her insan gibi, binlerce şey yaşıyorum, on binlerce şey hissediyorum.

ama hiçbirini anlamlandıramıyorum. kaybolmuşum. ne yöne dönsem, boyumdan büyük bir şeyle karşılaşıyorum - ki bu hiç zor olmuyor. hiçbirini anlatamıyorum. kimseye. KİMSEYE. anlatabildiğimi sandığım kişilere bile. bir şekilde yeterli gelmiyor ya da. sanki birileri sonsuza kadar beni dinlesin istiyorum. bir dakika başka bir yere bakmanıza tahammülüm yok. bir dakika benden uzaklaşmanıza dayanamıyorum. bu zamana kadar hissetmekten, düşünmekten, bilmekten hep kaçtığım şey buydu. artık söylüyorum, ama bu ne işime yarayacak, bilmiyorum. 

güçsüzlüğü fark etmenin güçlülük olduğunu söylüyor herkes. incinebilirliği kabul etmenin kendi içine bir yol açacağını ve de... zaman zaman ben de söylüyorum bunları, yapması nefes almak kadar kolay ve doğalmışçasına. değil ama. bunu unutmamam lazım. her şey daha zor oluyor unuttuğumda. çemberler çize çize ilerlediğimi sanıyorum, yanılıyorum. kocaman bir çemberin üzerindeyim ve başladığım noktaya bile gelmedim daha. bu yüzden farklı bir yere çıkacağıma dair umudum var - ki bu göründüğü kadar iyi bir haber değil.

kendimi anlamak ve anlatmak adına attığım her adım işleri daha da karmaşıklaştırıyor sanki. bu yazıda olduğu gibi. o yüzden biri, nolur, bir şey anladıysa bana da anlatsın.