Pages

26.1.14

still there. still there. still there. gone.

tatilin, dolayısıyla her güne bir yazı'nın sonuna geldik -iki eksikle de olsa. oldukça keyifli ve verimli bir izin haftası oldu. arkadaşlarımla buluştum, bol bol çin yemeği yedim :) kardeşimle, annemle filmler, diziler izledim. kendi başıma filmler, diziler izledim. kitap okudum, yazı yazdım, azıcık ders çalıştım, yapmam gerekenler listesinden birkaç bir şeyi eksilttim. boş kaldıkça kendime döndüm ama bundan kaçmaya çalışmadım. yalnızca yazmak istediğim bir maili ertelemeye devam ettim. bir gün, yeni mail oluşturma kutucuğunu açacak kadar kararlıydım ama yine vazgeçtim.

bugün de before midnight'ı izledim, her şey çok gerçekti. ikisi de yaşlanmıştı, biz sadece bunca zamandır neler yaşadıklarını bilmiyorduk. geri dönüp baktığımızda ise, çocuklarıyla altı haftalık yunanistan tatiline çıktıklarını görmüş olduk. céline ve jesse bir masanın çevresinde arkadaşlarıyla oturmuş sohbet ederlerken, kendimi o kadar aralarında hissettim ki, benim de bir şeyler anlatasım geldi. otel odasında tartışırlarken, hem céline'in öfkesini hem jesse'nin şaşkınlığını, aynı anda yaşadım ve oradaymışım gibi gerildim. yunanistan'a bayıldım, fransızca'yı ne kadar özlediğimi düşündüm. film bittiğinde garip ve ağır duygularla kalakaldım. üzerine söylenecek çok fazla şey var belki ama üçlemeyi arka arkaya izledikten sonra bir analiz yapmaya karar verdim, bunu da buraya yazıyorum ki, yapmama durumunda bana kanıt olarak gösterebilesiniz. şimdi sizi filmin en güzel sahnelerinden biriyle baş başa bırakıyorum.

"still there. still there. still there. gone."

25.1.14

dünya ağrısı

olur da aranızda gözden kaçırmış olanlar vardır; belki de öykülerini hiç okumamış, o hüznü, hayal kırıklıklarını taa içinizde hissetmemişsinizdir diye, bugün, ayfer tunç'un yepyeni romanından bahsedeceğim size. yolcu olmak isterken hancı olmak durumunda kalan bir adamın hikayesi anlatılıyor dünya ağrısı'nda. okudukça kitabın adına yakışır bir his kalıyor içinizde; bir ağırlık, bir boğulma hissi. henüz bitirmedim; ama dayanamadım, bugün de biraz mürşit'in hayatına konuk olalım, kendimize bir de böyle dönelim istedim...

"... beyninde dönüp duran kelimelerin çoğu ağzından çıkmış değildi. nasıl çıksın ki? beni böyle ağır ağır bitiren şey, hamurumdaki melaldir dese mesela, kim anlayacak ki onu? ya da hayat ve ölüm iki ucundan ateşe verilmiş bir ip gibi karşıt yönlerden yola çıkarlar ve karşılaştıkları yerde macera sona erer dese, kim karşılık verir? zaten dinlemek istemezler. buralılar en çok durgun huzurlarının bozulmasından korkarlar. soyut olasılıklar hakkında konuşmazlar. olmuşu konuşurlar ancak, değiştirmenin imkansız olduğu, yaşanmış bitmiş şeyleri, onları da tahrif ederek, çalkantılı bir dedikodu, şehrin üstünden esip geçmiş bir rüzgar olarak. 

burada hayat çok kısa bir zamanın içinde geçer. dün, dünden önceki birkaç gün, şimdi ve biraz da yarın, o da gelecek zaman kipinin en basit örnekleriyle: gelecek, yapacak, edecek. o kadar"

sf. 69

--

bazı kitaplar hiç bitmese?

24.1.14

masal

mum yakın. mümkünse kokulu olsun.

benim odam buram buram tarçın kokuyor mesela şu an. kardeşimin odası çim, bildiğiniz çim. sessizliği, karanlığı, hiçbir şey yapmadan sadece oturup düşünmeyi seviyorsanız tam size göre. bir de kar yağsa tam olacak.

o zaman size bir masal anlatayım.

yaşlı bir nine varmış, saçları bembayaz, elleri pamuk gibi, yumuşacıkmış. gözlerinin rengini sorsak, bazen mavi bazen gri dermiş ve aslında yalan söylemezmiş. nine en çok sabahları pencereden erken kalkıp işe giden insanların koşuşturmasını seyretmeyi, o esnada demli çayını içmeyi ve geçmişi düşünmeyi severmiş. çok acılar çekmiş, defalarca vazgeçecek noktaya gelmiş, defalarca hiçbir şey düzelmeyecek gibi hissetmiş. her defasında biri çıkagelmiş yanına, vazgeçmeye değmeyeceğini söylemiş, ninenin güçlü olduğunu ifade etmiş. nine o zorlu günlerde bu sözlere hep gülüp geçmiş. o denli acı çekecek kadar güçsüz olan bir insanın nasıl aynı acıyı atlatacak kadar güçlü olabileceğini anlamamış. içinde bulunduğu zor durumlar için hep kendini suçlamış. nasıl olmuş da insanların acımasız olabileceğini düşünememiş mesela, nasıl olmuş da kendini koruyamamış, nasıl olmuş da herkese inanmış... sonrasında ise nasıl olmuş da herkesten uzaklaşmış; kendini bu kadar zayıf bırakmış. aslında her şeyin bir açıklaması varmış, seneler sonra anlamış. olduğu yerden bir adım yana kaydığında bile, her şeyin nasıl farklı göründüğünü fark etmiş. hiçbir şeyin her taraftan aynı gözükemeyeceğini, dolayısıyla hiçbir şeyin tek algılanamayacağını öğrenmiş. sonuç gibi gözüken şeylerin aynı zamanda neden olabileceğini, zamanın doğrusal olmaktan çok, döngüsel olduğunu görmüş. işte tam o zaman aklına yatmış bir taraftan baktığında güçsüz gördüğü kendisinin başka bir taraftan baktığında güçlü olabileceği ve kendisini acıya boğan güçsüzlüğünün, aynı zamanda güçlülüğünün nedeni olabileceği. hiçbir şeyin tek bir kelimeyle açıklanamayacağını kabullenmiş; o yüzden saçlarıyla birlikte rengi açılan gözlerinin de bazen mavi bazen gri olmasını hiç garipsememiş.

(içses: bu benim lan !)

23.1.14

neymiş

neymiş; olur olmaz her şeye koşturup vaktimi deli gibi doldurmamın bir anlamı varmış. bu aslında yaşadığım öfkenin ve kıskançlığın dışavurumuymuş. ayrıca bunlara bağlı olarak, çok iyiymişim, yardımsevermişim, hep güleryüzlüymüşüm. kaygımla baş etmekte zorlandığım yerler varmış ama daha iyiye gitmişim. yine de olumsuz duygularımla daha barışık olmalıymışım. 

ve neymiş; anca duygularını belli edince birbirine yakınlaşabiliyormuş insanlar. herkesin varlığını hissetmek önemliymiş, "o da olmasa da olur" demek olmazmış. herkesin desteği birbirinden farklıymış. herkesle bir şekilde yakınlık kurabilmek gerekirmiş. herkes kimbilir neler neler yaşıyormuş ve kimbilir yaşadıkları ne gibi şeylerden dolayı böyle davranıyorlarmış. 

ben bu zamana kadar bunların ne kadarını düşünmemişim? daha da önemlisi nasıl olmuş da düşünmemişim? 

diyorum ki, iyi ki bu yolu seçmişim. 

22.1.14

"ben burdayım; hadi benle ilgilenin"

her güne bir yazı'yı yalan ettim. ama bugün çok üstü kapalı bir şekilde bir şey anlatcam size.

şimdi, ben "ben burdayım, hadi benle ilgilenin" demenin bin bir yolunu bilenlere ne kadar sinir olduğumu, onları ne kadar yapmacık ve çocuksu bulduğumu yeni anladım. şu anda da çevremde sürekli kendinden bahseden, sürekli sevgi kelebeği olan, insanlara küçük sürprizler yapıp duran, hiç olmadı en ufak şey için sıkıldığı canı anında yüzünden okunabilen birkaç kişi var. bir de sonra, bazen, bütün bunlar çok işe yarıyor ama bu durumdan da suçluluk hissettiklerini söyleyip ilgi almaya devam edebiliyorlar.

ve ben delirme noktasına geliyorum. herkesin ilgiye ihtiyacı vardır; bunu bilmek için psikolog olmak gerekmez. ama herkesin ilgi çekme yolu farklıdır ve insanlar bazen en etkili yolları bulmakta zorlanabilirler. daha da kötüsü, aslında ilgi çekmek için yaptıkları şeyler, kendilerini daha ilgisiz bir durumda bırakabilir. dolayısıyla, ihtiyaçları bir kez daha giderilmemiş olur. bunu fark ettiğinde ise, değiştirmek için psikolog olmak yetmez.

sorun burada başlıyor; öfkemin bir kısmı gerçekten benim aynısını yapamıyor oluşumla ilgili. ay ama kalanı... öeh.

19.1.14

splendor in the grass

pazar gününe özel mutluluk şarkısı.


adamın ağaçtan kurtardığı balonları kızın gökyüzüne bıraktığı sahnede aklımdan geçen tek şey: yoo, hayır, balonlar çok fazla yükseldiklerinde patlamıyorlar, hayırhayır, kesinlikle elimizden kaçan veya bilerek bıraktığımız uçan balonların gökyüzünde buluştuğu, birlikte uçuştukları bir yer var. bu çok hayalperest bir düşünce gibi gelebilir size ama elimde kanıtım olmadan konuşacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. şöyle ki, gerçekten balonlar patlıyor diyelim, gerçekten de hava basıncı düşüyor, balonun içindeki havanın basıncından dolayı lastik gittikçe geriliyor ve balonlar patlıyor diyelim. o zaman, patlayan balonların parçaları nerede? bana söyler misiniz? aranızda yolda yürürken patlamış bir balon parçasına denk gelmiş bir kişi var mı mesela? yok. bu parçaların hiç gökyüzünden süzülerek düştüğünü gördünüz mü? görmediniz. o zaman tartışma bitmiştir; balonlar yükselirken artık üzülmenize gerek yok, gönül rahatlığıyla ve mutlulukla bu güzel manzarayı izleyebilirsiniz.

ama şarkıda da dediği gibi... "maybe i'm a hopeless dreamer, maybe i've got it wrong" :)

18.1.14

yaşasın yıllık izinler

kendime güzel bir ödül verdim ben: bir haftalık izin

zamanlamam manidar; çünkü tam da doktoranın ikinci senesinin en stresli olayının ertesi. evet. dün bütün dönem takip ettiğim danışanlardan bir tanesinin sunumunu yaptım, sondan ikinci sırada. soyadımın azizliği. en azından baştan öyle düşünmüştüm. sonra sunumlar beklenenden uzun olunca hocalar son iki sunuma kalamadı. her zaman diyorlardı da, sunumların değerlendirme amaçlı olmadığını, inanmıyorduk. onlar salondan çıkarken inandım ve rahatladım

rahatladım dediğime bakmayın, en zorlandığım danışanımı sunacaktım. neden en zorlandığıma dair farkındalığımı da yeni kazanmıştım, dolayısıyla aslında kendime hiç güvenmiyordum. yine de sunum güzel geçti. biraz uzattım ama güzeldi yine de. geribildirimlerimi aldım. yerime geçtim ve ağlayasım geldi. dönem bitmişti. aynısından bir dönemim daha vardı ama bunu atlattıysam onu da atlatırdım. ayrıca önümde kocaman bir hafta vardı. yine çok işimin olduğu ama en azından bu sefer uyuyabileceğim, gezebileceğim, film izleyebileceğim, kitap okuyabileceğim ve... yazı yazabileceğim bir hafta ! 

dolayısıyla, bir başka blogumuzda tatillerde yaptığımız, her güne bir yazı'yı yapmaya karar verdim ! bu da haftanın ilk yazısı :) 

not: konu önerileriniz varsa alırım, son günlere doğru baya sıkışıyorum sonra.