Pages

19.9.14

life begins at the end of your comfort zone

bir dönüp kendine bakar, biraz üzülür insan. küçük bir çocuktur gördüğü, herkesten sakladığı, kimsenin sevmeyeceğini sandığı. bir küçük çocuğun nasıl sevilemez olabileceğini hiç düşünmemiştir. o çocuğu kendisinin bile sevdiğinin farkında değildir o an. her şeyi güçleştiren bu farkındalıksızlıktır aslında. 

bazen eve geliyorum ve uyuyorum. birazcık üzgün olsam, gördüğüm hiçbir rüyayı hatırlamayacak kadar derin uyuyorum hem de. sonra uyanıyorum. birkaç saatin daha geçtiğine ve gece uykusuna birkaç saat daha az kaldığına seviniyorum. gece uykusu daha uzun çünkü. daha karanlık. daha sessiz. o sessizlikte, uyumadan birkaç dakika önce, kendi kendime konuşuyor oluyorum. içimden. kimseyi uyandırmamak için. ev çok kalabalık geliyor böyle zamanlarda. dünya çok kalabalık geliyor. düşünecek çok fazla insan var, diyorum, onların da düşüneceği çok fazla insan var. sırf bu yüzden, bir şey yapsam, binlerce, milyonlarca, milyarlarca insanı etkileyeceğimi sanıyorum. haklı olabilirim. olmayabilirim de. mesele bu değil çünkü bir şeyleri yapmama nedenim de bu değil. mesele şu: ben kendi hayatımın değişmesini istemiyorum. evdekiler gece uyanmasın en basitinden. sabah kalkınca hiçbir şeye üzülmemişiz gibi kahvaltımızı yapalım. kendimizi yıllarca ne kadar sevgisiz bıraktığımıza bile şaşırmadan onlarca kişiyle gülelim, eğlenelim. günler birbirine o kadar benzesin ki, hiç zaman geçmedi sanalım; sonra geri dönüp baktığımızda geçen zamana inanamayalım. 

kulağa ne kadar güvenli geliyorsa, o kadar durağan bir şeyden bahsediyorum aslında. yalnız bir şeyi unutuyorum herhalde: hayatın doğası gereği durağan olmadığını; dolayısıyla, beklediğimin aksine hareketsizliğin sonunun da güvensizliğe çıkacağını. buradan söylemesi kolay, uygulaması zor bir sonuç çıkıyor tabi. hareket etmeye karar verirsen, değişimin yönünü de ayarlayabilirsin. yani, ayarlayabilirim. bilmiyorum, başkasına söylemek daha kolay. 

o çocuğu sevebilmek için, o çocuğun sevildiğini hissetmem, görmem gerekiyor bence. bu yüzden, bunu bu zamana kadar ne yaparak engellediysem, onları bulmaya çalışmakla harekete başladım. bir şeyler buldukça neler yapmış olduğumu görüp üzülüyorum, biraz daha uyumak istiyorum. yeterince uyuduktan sonra bir adım daha atabiliyorum. yavaş yavaş gidiyorum. 

5.9.14

birkaç küçük kız

bugün küçük bir kız, en büyük dileğimi sordu. "gerçekleştirebilecek misin?" dedim, kafa salladı. evet anlamında. ben de "o zaman uçmak" dedim. gözlerini kapatıp uçtuğumu hayal etti; "oldu" dedi ama sonrasında çok kötü bir seçim yaptığımı söyledi. haklıydı.

başka bir gün, başka bir küçük kız bana erkek arkadaşı (",) ameliyat olacağı için ne kadar çok üzüldüğünü anlatıyordu. sonra bana "senin erkek arkadaşın var mı?" diye sordu. yeni ayrıldığımızı öğrenince "olsun, senin kalbin güzel" dedi. o da haklıydı. 

bir gün de yine küçük bir kız, saçlarımı boyatmış olduğumu söyledi. "boya değil" dedim, inandıramadım. "küçükken de mi böyleydi?" diye sordu.  küçükken daha sarı olduğunu söyledim. "demek ki," dedi, "annen küçükken saçlarını boyamış"... ve haklıydı. 

küçükler zaten her zaman haklıdır; o yüzden alın bir çocuk karşınıza, uzun uzun konuşun. bırakın sizi bekleyen işleri, yaşıtlarınızla yapacağınız şikayet dolu konuşmaları, aramanız gereken bankayı... bir çocuğu biraz dinleyince hayal kurmayı eskisi kadar önemsemediğinizi, neye ihtiyacınızın olduğunu ne zamandır göz ardı ettiğinizi, kendinizi bir türlü iyi göremediğinizi ve bütün kanıtlar aksini gösterse bile inandığınız şeyin arkasında durmayı bıraktığınızı daha iyi anlıyorsunuz.

en büyük dileğim, clara olmak. bence bu sefer oldu.

2.9.14

yazmanın birinci kuralı...

yazmanın birinci kuralı, nasıl yazdığınla ilgili düşünme. 
yazmanın ikinci kuralı, nasıl yazdığınla ilgili düşünme.

herhangi bir şeyin ilk iki kuralı bu olmalı bence. chuck palahniuk kusura bakmasın. nasıl yazdığımızla, nasıl güldüğümüzle, nasıl konuştuğumuzla ilgili düşünmesek zaten bunun hakkında konuşmak zorunda hissetmeyiz kendimizi. o kendiliğinden, doğal bir şekilde olur zaten. uçmak bile öyle, douglas adams haklıymış. haha. delirmiş gibiyim. palahniuk'u haksız çıkardım (diye/zannedip) mutlu oluyorum. adams'ın bana destek olduğunu hissedip havalara uçuyorum. 

- aah ! bari bi uçakta olsaydım şu an.

aynısını bir de geçenlerde benim önceden düşünmüş olduğum bir şeyin lacan tarafından -tabi ki de kendi özgün tarzıyla- söylendiğini fark ettiğimde yaşamıştır. m. 

- son zamanlarda o kadar çok bildirme eki (-dır) kullandım ki son günlerde, -tı dan sonra r'ye gidiyor elim.

nerede kalmıştır. m ! M ! lacan diyorum, benim dediğimi demiş. neydi hatırlamıyorum tabi. ama sonuçta lacan'la benzer düşünen bir yanımız var demek ki. bunun benim için neden önemli olduğu konusuna girersek çıkamayabiliriz, korkarım. ilk aklıma gelenlerle bile (bkz: yalnızlık duygusu) (bkz: onaylanma ihtiyacı) (bkz: başarısızlık korkusu) (bkz: ve benzeri) sayfalarca yazı yazılır, süreç ele alınır. oysa bunların yeri burası olmamalı. baktığın zaman herkes okuyor. 

- haha ! düşleme gel.

cidden bir gün beni kaç kişinin okuduğu kaygısını bırakıp (kahrolsun bağzı istatistikler!) ve elimi kolumu nasıl kaldırdığımı, nasıl cümle kurduğumu, nasıl güldüğümü ve daha da önemlisi başka insanların bunlarla ilgili ne düşündüğünü merak etmekten vazgeçersem... biraz bugünküne yakın bir şeyler çıkabilir belki?