perks of being a wallflower'ı kimbilir ne zaman izledim, konusunu bile tam hatırlamıyorum. birazcık duygusu kalmış içimde, bir de filmi izleyen herkesin aklına yer eden o cümle: we accept the love we think we deserve.
bir cümleyi birazcık anlamlı bulduğumda illa ki bir yerlere not alıyorum. blogum olur, twitter'ım, telefonumun notlar kısmı, bir defter, başka bir defter... unutuyorum sonra. aylar, yıllar geçiyor üstünden. bir gün içimden geliyor, eski twitlerime bakıyorum ya da eski defterleri karıştırıyorum - literally :) - ve birden beklemediğim bir cümle çıkıyor karşıma. ne zaman yazdığımı, yazarken ne düşündüğümü bile hatırlamıyorum. bazen kendi yazdığıma bile emin olamadığım bu cümleler öyle bir yere dokunuyor ki, mistik bir şekilde zamanı geldiğinde onları tekrar bulabilmem için yazdığıma inanmaya başlıyorum.
içten içe biliyorum. ne yaşayacağımı, neye ihtiyacımın olacağını, neyi duymanın canımı yakacağını... hepsini biliyorum. işte, filmde geçen o bir tanecik cümle mesela, onun senelerce içimde yer etmesi, onca şey yaşadıktan ve birden bire o cümleyi hatırladıktan sonra istemsizce ağzımdan dökülen sözcükler... "evet ya, aynen" diyişim. kendi sesimdeki şaşkınlık, ama aynı zamanda kabullenme... ve hüzün. bütün bunlar her şeyi öyle güzel açıklıyor ki, başka türlü söze dökemiyorum.
diyorum ki, ben bu cümleden tam da bugün, dokuz ocak ikibinonaltı'da, bu kadar etkileneceğimi biliyordum. buna inanmazsam, kimbilir ne zaman, kabul ettiğim sevgilerle ilgili farkında olduğum bir derdim yokken, neyi hak ettiğime inandığımı hayatımda hiç sorgulamamışken ve dolayısıyla kendime yaptığım haksızlıklar zerre umrumda değilken, bu cümleden etkilenmemi açıklamanın bir yolunu bulamam. o yüzden, geriye dönüşler ve geri gelişler ve tekrar geri dönüşler ve tekrar bambaşka şekilde geri gelişler, o kadar, o kadar, o kadar hoşuma gidiyor ki...ve bunu yazarken bile heyecanlanıyorum, acaba ne zaman okuduğumda neler bulacağım yazarken bile farkında olmadığım.
9.1.16
6.12.15
hasbelkader
adresine ulaşmayan bir kartpostal vardı. sahibine teslim edilemeyen de bir hediye. kartpostal neredeydi bilinmez ama hediye bir masanın üzerinde kullanılmayı bekliyordu. sabırla. bir defterdi bu ve kapağında hasbelkader yazıyordu. hasbelkader gerçekten de güzel bir kelimeydi ve gerçekten de güzel bir hediye olabilirdi. çünkü her şey garip bir raslantı sonucu başlamıştı; ama sonrasında olan her şey tanıdıktı.
oysa ona en başından beri çok farklı gelmişti. yalnızca kendi yaşadıklarından değil, başkalarının yaşadıklarından ve yaşayabileceklerinden daha etkileyici, daha besleyici, daha heyecan verici, daha daha daha... ama değildi. biraz da buna üzülüyordu. anlatsa, yazsa, filmini yapsa kimsenin ilgisini çekmeyeceği çünkü herkesin halihazırda defalarca yaşadığı, defalarca yaşayacağı bir hikayesi vardı artık. kimsenin çekmediği acıları çektiğini, kimsenin sevmediği kadar sevdiğini, kimsenin yapmaya cesaret edemediği şeyleri yaptığını sanan biri için, bu katlanılır şey değildi. belki de sorun tam olarak buydu. bazen de sorun tamamen başka bir şey gibi geliyordu. başka birsürü şey.
aslında tek sorun, tek bir sorununun olduğunu sanmasıydı. bu sorunu bir aşabilse, birsürü sorunu olacaktı. ama aşamıyordu ve bu şimdi, çok daha anlaşılır geliyordu. bu kadar açık bir şeyi daha önce göremediğine şaşırıyordu. oysa bir kişi bunu her zaman, birçok kişi de zaman zaman ona söylemişti. demek ki, ancak sindirebilmişti, ancak kabul edebilmişti.
masanın üzerindeki deftere gözü her takıldığında onunla ne yapacağını düşünüyordu ama artık kararını vermişti. aklına gelen fikir, o defteri hediye edecek olmak kadar anlamlı bir fikirdi çünkü yine kapağında yazan güzel kelimeye yakışır bir eylem olacaktı. heyecanla nefesini tuttu ve...
oysa ona en başından beri çok farklı gelmişti. yalnızca kendi yaşadıklarından değil, başkalarının yaşadıklarından ve yaşayabileceklerinden daha etkileyici, daha besleyici, daha heyecan verici, daha daha daha... ama değildi. biraz da buna üzülüyordu. anlatsa, yazsa, filmini yapsa kimsenin ilgisini çekmeyeceği çünkü herkesin halihazırda defalarca yaşadığı, defalarca yaşayacağı bir hikayesi vardı artık. kimsenin çekmediği acıları çektiğini, kimsenin sevmediği kadar sevdiğini, kimsenin yapmaya cesaret edemediği şeyleri yaptığını sanan biri için, bu katlanılır şey değildi. belki de sorun tam olarak buydu. bazen de sorun tamamen başka bir şey gibi geliyordu. başka birsürü şey.
aslında tek sorun, tek bir sorununun olduğunu sanmasıydı. bu sorunu bir aşabilse, birsürü sorunu olacaktı. ama aşamıyordu ve bu şimdi, çok daha anlaşılır geliyordu. bu kadar açık bir şeyi daha önce göremediğine şaşırıyordu. oysa bir kişi bunu her zaman, birçok kişi de zaman zaman ona söylemişti. demek ki, ancak sindirebilmişti, ancak kabul edebilmişti.
masanın üzerindeki deftere gözü her takıldığında onunla ne yapacağını düşünüyordu ama artık kararını vermişti. aklına gelen fikir, o defteri hediye edecek olmak kadar anlamlı bir fikirdi çünkü yine kapağında yazan güzel kelimeye yakışır bir eylem olacaktı. heyecanla nefesini tuttu ve...
18.11.15
gitmenin ne anlamı vardı?
bazen de yetmeyebilirdi. yine de denemeye değerdi ve kendini dipsiz kuyulara kapatmanın gereği olmayabilirdi. evet. insan böyle zamanlarda bunu isterdi, gözden kaybolmayı ve herkesin gözden kaybolmasını... ya da sonsuza kadar uyumayı. hem alınan nefes yetmez olduğunda bir dağ başında ya da çiçeklerle dolu bir bahçede olmanın pek anlamı kalmazdı. kuyu iyi gelirdi o yüzden, kuyu güvenliydi, karanlıktı, küçüktü. tıpkı bir... ama orası için artık çok geçti ve belli ki bir kuyu da hiçbir şeyin yerine geçemeyecekti. karanlık, küçük ve nemli bir yeri güvenli yapan şey, yerin kendisindense, o yerdeyken sahip olduklarımızdı. demek ki, bu kadar hayal kırıklığıyla, kendine öfkeyle ve kaygıyla herkesten uzakta da huzur bulmak mümkün olmazdı. öyleyse gitmenin ne anlamı vardı?
sahi, gitmenin ne anlamı vardı?
ve ne kadar önemli bir soruydu bu böyle.
7.11.15
ben bu sene...
winnicott okuyorum. bu bir gelişme, çünkü bundan bir ay önce birkaç sayfa okuyup bırakmak zorunda kalmıştım. henüz okumaya hazır olmadığım şeyler yazıyordu, geçiş nesnesinin çocuğun gelişimindeki önemiyle ilgili. geceleri birlikte uyunan oyuncak ayılar, elden bırakılmayan bebeklik battaniyeleri gibi örnekler vardı. açık açık söylenmiyordu, ama ben biliyordum, insanların da geçiş nesnesi yerine konulabileceğini ve bir geçiş nesnesi kullanmak için çocuk olma zorunluluğunun bulunmadığını.
biraz erken bir değerlendirme olacak ama, bu sene hayatımın en garip senesiydi. bin tane adım attım, her yöne. bazı yerlere koşarak gittim. bazı yerlerde karşımdaki duvarı zamanında göremedim, gördükten sonra duramadım. çarptım. oturdum duvarın dibinde. kalkmak istemedim. hayatımda ilk defa düşmemiş gibi yapmadım. bir süre oturup kalmanın ne kadar önemli olduğunu anladım. bazen de daha temkinli hareket ettim, daha sonucunu görmeden pişman oldum. kabuslar gördüm ama korktuğum gibi olmayınca rahatladım, bir adım daha atabileceğime inandım. daha büyük hayaller kurdum. hayal kırıklıklarını göze aldım ve göze aldığım hayal kırıklıklarını yaşadım. hiç ağlamazdım, biraz kendime izin verdim. eski omuzlara daha sıkı sarıldım, birkaç tane de yeni omuz buldum. yalnız olmadığımı anladım. yine de bazen kendimi çok yalnız hissettim. kendimi suçladım. kendimden utandım. her şeyin anlamsız olduğunu düşündüm. hayatın bile. sadece içimde değil, yakınlarda ve uzaklarda yaşanan bütün kaoslardan kurtulmayı, çok uzaklara gitmeyi istedim. biraz daha kalırsam boğulacağımı sandım. biraz nefes almak için kitaplara döndüm. sayfalarca okudum; gecelerce, günlerce başımı yastıktan kaldırmadım. bir süre hiçbir şey hissetmedim, sonra birden her şey üstüme geldi, olduğu gibi. bunların hepsini bir kez daha yaşadım. bir kez daha. bir kez daha. bir kez daha. bir kez d...
inanılmaz ama, ben bu sene yürümeyi öğrendim.
ama ben gelecek sene de yürümeyi öğreneceğim.
sonraki sene de... ve ondan sonrakinde de...
ve...