Pages

30.12.12

ve 2012 de biter

2012, bana yarın için bir sürpriz hazırlıyorsa bitişini gönül rahatlığıyla kabul edebilirim. yoksa, evde televizyon veya en iyi ihtimalle güzel bir film eşliğinde gireceğim bir yeni yıl, şu an hiç de çekici gelmiyor kulağıma. tabii, bunda 2012'nin gerçekten en iyi seneler listemde üst sıralara oynamasının büyük bir etkisi var. kalanı da, benim bir şeyleri bitirmekteki başarısızlığımla alakalı olabilir.

şöyle bir dönüp baktığımda kendimi yediğim, new year resolution'larımı yine gerçekleştiremediğim, bunlar için kendimi yemeye devam ettiğim, sevdiğim insanlardan ayrılmak zorunda kaldığım ve ayrıldığım insanları deli gibi özlediğim ve hatta özlesem de arayamadığım, kendimle ilgili çokça endişelendiğim, zaman zaman başarısız hissettiğim ve bunu çok kafaya taktığım bir sene oldu. yine de nasıl olduysa, bütün bunları öyle güzel şeylerle dengeledi ki, uzun zamandır ilk defa bir senenin bitmesini istemiyorum; inatla bugünü cumartesi ve aralık'ın 29'u sanıyorum :) 

yine de başıma gelen güzel şeylerin de sorumlusu olduğumu kabul etmek, bunların devamlılığını da sağlayabilecek şeydir belki. yapabileceğime inandığım bir şey için karar almak ve onun arkasında durmak, bana iyi hissettiren arkadaşlarımdan uzak kalmamak, kendimi anlamaya çalışmak ve bir şeyleri kabullenmeye açık olmak bu sene yaptığım en güzel şeylerden bazılarıydı ve evren buna kayıtsız kalamadı sanırım. böyle söyleyince de, güzel bir yılın sonu korkutuculuğunu kaybediyor ve yeni yıldan gerçekçi beklentilere olanak sağlıyor sanki. gerçekçilik de aslında, bir şekilde hepsinin kendi elimde olduğu düşüncesiyle geliyor tabii ki de :) yoksa her türlü fairy tale'e de açığım aslında.

neyse, geçen seneki yeni yıl dileğim, bu sene yılbaşı gecesi, bitse de gitsek moduna girmememizdi ve az çok gerçekleşti. bu sene de, öncelikle kendimden, yukarıda yazdıklarımı unutmamayı; sonrasında da evrenden, bütün bu çabamın karşılığını alabilmeyi diliyorum :) 2013 ise, güzel güzel geçsin, bizi üzmesin, yeter

p.s : ne çok 've' kullandım, bir şeyleri birbirine bağlamadan duramıyorum. 

16.12.12

bi çay koyayım bari

bir bölüm izledim, hayatım değişti.

şunu unutmamak lazım, bize suçluluk hissettiren birçok şeyi farklı yapmış olsaydık yine aynı sonuçla karşılaşmış olabilirdik. o suçluluğa o kadar derinden bağlıyız ki, söylediğime inanmayı geçtim, söylemek bile zor geliyor aslında. bütün bunların, kendi içimizdeki yansımalarından özür dilemek gerekiyor bir şekilde ve bu kendimizden özür dilemek anlamına geliyor haliyle. bunu delirmeden yapmak mümkün mü, ondan emin değilim. ama kendimi anlamak için gereken buysa, delirmek de isterim çünkü her insanın anlaşılmaya ihtiyacı vardır ve dikkate alınmak için delirmek gerekiyor son zamanlarda. tepkilerimiz biraz daha büyük olmalı, sinirlendiğimizi göstermek için bağırmalı, üzüldüğümüzü göstermek için ağlama krizine girmeliyiz. köşede sessizce oturan, kimseyi rahatsız etmemek için başını bile kaldırmayan kızı kimse görmüyor artık ve gün geçtikçe o kız da kendini anlamaktan uzaklaşıyor.

nasıl bir süreçten geçtiğimi, son yazılarımı kurcalayarak görebilirsiniz aslında. sürekli anlamak, anlamaya çalışmak, anladığını mı sevmek, anlamadığını mı sevmek... bu süreç iyi, güzel ve merak verici de... sonunun olmadığını bilmek biraz garip. sürekli aramak, her şeyi anladıktan üç dakika sonra çay koymaya karar vermekten iyidir gerçi. çayla bir alıp veremediğim yok, aksine şaşırtıcı bir şekilde çay insanı olduğuma karar verdim. elmalı çay ama. bir de mistik çay, doğuş'tan. çay demişken de şunu dinlemeden olmaz. ne tatlı adamlarmışsınız siz, haberimiz yokmuş.

serbest çağrışımlarla nerelere geldik. kendime sonuç: dead is dead. gerçi bu da başka yazının konusu. neyse.

25.11.12

25


daha uzun süreceğini düşünmüştüm ve buna ihtiyacım vardı.

bundan sonra kış aylarına hiç güvenmemeye karar verdim çünkü üşüdüğümde ne yaptığımı pek bilmiyorum. en kötüsü ruhun üşümesi zaten. her ortamdan, her kişiden, her durumdan bağımsız. yine de kışın daha olası. evde oturur, kapalı havayı izler, kitaplara bir türlü yoğunlaşamazken, birden yalnız olduğumu hissediyorum. işte, o duyguyla her şeyi yapabilirim sanki. bir kişi daha beni sevsin, bir kişi daha yanımda olsun diye. başıma kötü bir şey geldiğinde gidebileceğim bir yer daha olsun diye.

2012'nin güzel geçtiğini hissetmemin sebebi havaların erken ısınıp geç soğumuş olmasıydı belki. ya da bu kadar basit değildi ve 2012'nin yeni hayaller kurabileceğimi ve hayallerimin gerçekleşebileceğini göstermiş olması, 25 yaşımı en güzel yaşlarımdan biri yapmıştı. 17'den sonra, en güzeli. 17'de de, sevildiğimi ve beğenildiğimi biliyordum. zaten ne yapıyorsam ikisi içindi.

birkaç gün içinde, ikisi de gitti ve bir insanın biraz daha ilgi uğruna neler yapabileceğini gördüğümden beri, insana ve dolayısıyla kendime dair her şey daha acıklı bir hal almaya başladı. acıklı durumlar da, en az soğuk havalar kadar tehlikeli benim için. o zamanlarda da ne yaptığımı pek bilmiyorum sanırım. sonradan hissettiklerim de pişmanlık değil de, anlamsızlık aslında. ihtiyacım olan, biraz kendimi anlamak belki de. o zaman istediğim sevgi ve beğeniyi ben verebilirim kendime. anlaşılmadığımı düşünmeme ve beni anlayacak birini aramama gerek kalmaz.

ben de balon istiyorum. birsürü.
[şunu yazınca içimdeki acının hafiflemiş olması, ne kadar haklı olduğumu da düşündürdü bir yandan].

ki buradan, sevmek için anlamak gerektiğine geldim yine, başlarken hiç böyle bir şeyi amaçlamış olmamama rağmen :) rahatlama duygusu biraz iyimserliği de yanında getirdi. gökyüzünün masmavi olmasının, odama  günler sonra güneş giriyor olmasının da etkisi vardır ama.

4.11.12

işte bütün mesele bu !

tanıdığım bir şizofreni hastası, bulunduğumuz odanın köşesini göstererek, "orada bir kız görüyorsam ne olmuş?" demişti de, hayatımızdaki hiçbir şeyi, en başta kendi duygularımızı, böylesine kabullenemediğimizi fark etmiştim. seneler sonra üzülmememiz, hala onu sevmememiz, yaptıklarına sinirlenmememiz, başkalarından kıskanmamamız gerekiyordu. 

biz de büyük bir gururla üzülmediğimizi, sevmediğimizi, sinirlenmediğimizi, kıskanmadığımızı sanıyorduk ve bu, zihnimizin canı sıkıldığında oynadığı oyunlardan biriydi aslında. bizi de o kadar rahatlatan bir oyundu ki, eve dönmek, kendimizi, duygularımızı bir gözden geçirmek, tek başımıza yatağa uzanmak istemiyorduk. oysa, bir denesek üzüntüyle baş etmek çok da zor olmayacaktı belki ya da diğer duygularla... hem de bizimle aynı şeyleri yaşayan birsürü insan vardı ve anlaşılmak o kadar da zor değildi. başkasını anlamaya çalışırken, insan kendisini de anlayabilirdi (aa.. merhaba psikolog olma nedenim ! :p)... anladıklarını başkalarına anlatmak ya da onlara kabul ettirmek zorunda değildi tabi, kabullenebildikten sonra -galiba- içinde bir şeyler kalmış hissi de kayboluyordu.

bu zamana kadar, bana derdinizi anlattığınızda herhangi birinize "üzülme" demişsem eğer farkında olmadan, gerçekten özür dilerim. üzülün, üzülebileceğinizi kabul edin. o zaman her şey daha kolay olacak sanki :)

bu yazının nereden çıktığını bilene gelsin yazım. öpücüklerimle

10.10.12

değiş`e`memek..



dönüp bakmayı, eskiden yazdıklarımı ve hatta başkalarının eskiden yazdıklarını okumayı severim. bir şeylerin değişmediğini, hala aynı şeye üzülen ve aynı şeye sevinen, aynı anlama gelen istekleri olan, aynı şeyleri yapmayı seven biri olduğumu görmek beni rahatlatır. elimde olsa, hayatımdaki her önemli insana, ne kadar değişmediğimi ve bununla ne kadar gurur duyduğumu söylerim.

bkz: everybody's changing but i don't know why.

biraz büyümem gerektiği söylenir. büyümenin, yaşla alakası olmadığını çok uzun zamandır biliyorum. zaten bende eksik olan ya büyümek için gerekli olan yaşantılar ya da o yaşantılarla 'grown up' gibi baş etme becerisi. yine de çoğu zaman küçük prens'ler, balıklar ve yıldızlar, zaman zaman papatyalar ve bulutlar, çocukluğumun mahallesi ve legolarım, iyi hissetmek için yeterliymiş gibi gelir. elimde kağıt ve kalem, sarı ve kocaman bir zarf,  ciddi konuşmalar, 'müteselsil' gibi sözcükler bende büyük duruyor, ayrıca canımı da çok sıkıyor. sanki bunları yapmaya başlarsam bir daha mutlu olamayacakmışım gibi hissediyorum ve o hissin adı da 'kaygı' oluyor tabi ki.

oysa çevrenizdeki herkesin mutlu olmasını istemeniz gibi, bazen de çevrenizdeki herkes kadar mutlu olmak isteyebilirsiniz. üstelik, bu durum sizin veya bir başkasının suçu bile değildir muhtemelen. sadece hayat, beklenmedik sürprizlerinden birkaçını yapmayı unutmuş olabilir ve sadece biraz daha beklemeniz gerekmektedir.

ipucu: hayat, beklenmedik davranmamaya devam ederse, siz beklenmedik davranın. ayrıca "kendinize bir kahve ısmarlayın ve sizi mutlu eden sesi duymak için 'aaaloooo' diyin" :)

25.9.12

for whom the bell tolls?

bazı günler farklıdır. uyandığında, gece gördüğün rüya ile kıpır kıpır olmuştur için. bir kez daha aşık olmuşsun; ilkbahar gelmiş, denizler ısınmış, kirazları özlemeye başlamışsın gibidir. her şeyin bir rüya olduğunu fark etmek bile üzmez seni. arkadaşlarınla yaşadığın sorunlar, gelecekle ilgili düşünceler aklına gelmez. hayat güzeldir, hayat devam ediyordur, hayat her zaman yaşamaya değerdir.

bugün, böyle bir güne, uyumaya doyamadan başladığımı söyleyebilirim. havanın soğumasından bile korkmuyordum galiba. emin değilim.

aynı gün bir şey olur. yeni bir şey fark edersin, kendinle ilgili. anlam veremediğin üç beş parça, tesadüfen yerlerine oturuverir. yapman gerekenleri, yolunu daha iyi görürsün, etraf aydınlanır. ama harekete geçecek zorunda olmak korkutur seni. yatağın gelir aklına, sıcacık ve güvenli. çok eskiden beri, bir yerlerden tanıdık bir huzur verir. birden uyku bastırır, ama bilirsin ki, yatsan da uyuyamazsın.

uyuyamadım ben de. çanlar çalıyordu kafamda.

7.9.12

bir gün, tekrar...

hiçbir şey yapma sen. aman, hiçbir şey hissetme ! ben burada, bütün bu öfkemi dindirecek, senin ve daha başkalarının yerine geçerek beni sakinleştirecek kişiyi bekleyedurayım. beklerken senin mutluluk oyunlarına inanıp üzüleyim. bir gün, tekrar mutsuz olursan, yanında olmamanın hayallerini kurayım, çünkü sadece o zaman tamamen kurtulduğumu anlarım. 

hayatınızda bir şeyler düzgün giderken, hatta (tahtalara vurarak) pek çok şey düzgün giderken, acı veren bir şeyi görmezden gelmek kolaydır ve zordur. defalarca bakmayacağım, artık sana yazmayacağım, beni düşünüp düşünmediğini bile düşünmeyeceğim dememe rağmen, hala kendi kendimi ezerek yapıyorsam bir şeyleri, iyi bir dayağı hak ettim gerçekten. kendimi cezalandırmakta üstüme yokken, senin kendimi suçlu hissettirmekte üstüne yok. işte, zaten bu ve buna benzer birçok yüzden, 

we were perfect together... 

ama neyse ki, bir sözüyle güldürebilen *gerçek* arkadaşlar var. 
yapılması gereken işler var. 
mutlu şarkılar var.

yine de önce summertime sadness'ı bi dinlemek lazım. sonra gülecek bir şey buluruz illa ki. 

10.8.12

kalemi eline aldı ve..

"karman çorman hissedişin tane tane çözüleceğini, yeniden, bu kez mükemmel bir düzen içinde bir araya geleceğini ve hayatın bir anlama kavuşacağını hayal etmek: yazmak."

barış bıçakçı - sinek ısırıklarının müellifi
--

hayatımda bi şeyler az çok iyi giderken, içimde bi şeyler söyleyecek kelime bulamamamın açıklaması bu olabilir.


22.6.12

itiraf..

(@9113942)

1.5.12

tamam, odaya koşullanmış olabilirim

bir ekonomist olsaydım ve başka insanları da geçtim, kendim yerine parayla uğraşsaydım, eminim hayat daha kolay olurdu. gerçekten. her yaşadığım şeyin kendimle ilgili olduğunu düşünmek biraz ağır geliyor aslında. desem ki, 4 günlüğüne gittiğim istanbul'da bunlar hiç aklıma gelmedi, anca gezdim tozdum, yoruldum; o da yok ! beynimin arka planında sürekli dolanan tezin yanına, bir de bunlar gelince boğulacak gibi oluyorum.

tamam, şu blogu ağlama duvarı haline getirmekten hoşlanmıyorum. tamam, ergen blogu gibi olmaya başladı. ama bir yerlere yazmak lazım, bir şekilde ifade etmek lazım bunları. kendimi eksik hissettiğim, bunu da başka şeylerle kapattığım doğrudur. yine de son zamanlarda okuduğum kitapta geçen, 'mutlu çocukluk' yanılsamasını bir türlü sarsamıyorum. arkadaşlarımın bana zamanında neler hissettirdiğini biliyorum; bu konuyla ilgili sayfalarca yazılmış günlüğüm var. ama konu aileme gelince... hiçbir şey yok gibi. ama anladığım kadarıyla da olmaması imkansız :) olumsuz hiçbir şey hatırlamıyor oluşum ise, beni eskiden beri korkutur zaten. 

hı ! bi de açık sözlülüğün canını çıkardım. iyi gibiydi en başta. ama bu kadar anlatınca ve hala bu kadar iyi dinlendiğimi görünce, daha fazla konuşasım geliyor. yani, hem daha fazla şey söyleyesim hem de daha uzun konuşasım. her an. ama zaman geçmiyor. çok garip. tamam, istanbul'dayken biraz da bu dolandı durdu kafamda. 

böyle bakınca, hiçbir şey anlamamışım gibi güzelim tatilden :) oysa çok güzeldi, ama bu başka bi yazının konusu bence.

28.3.12

zaten odam hep dar geliyor bana

biri "artık pek yazmıyorsun galiba" demeden, yazmaya ne kadar ihtiyacım olduğunu fark edememişim.

bugüne kadar yaşayarak öğrendiklerim - ya da öğrenerek yaşadıklarım: insanın kendini tanıması zordur, acılıdır. karanlık bir yer vardır odanızda ve siz, değil odanın o kısmını aydınlatmak, o tarafa dönüp bakamazsınız bile. göreceklerinizden korkarsınız. bilirsiniz, söylerler çünkü, belki de orada duvarda garip garip gölgeler oluşturan bir oyuncak kalmıştır sadece. tamam, belki de çok sevimli bir oyuncak değildir, tek kolu siz onunla kimbilir nasıl oynarken kırılmıştır. ama yine de senelerce oyunlarınızın baş kahramanı olmuştur. o oyuncağa bir baksanız, onu bir elinize alsanız, bunca zaman sadece size ait olduğu için hoşunuza bile gidecektir belki. dediğim gibi, bütün bunları bilirsiniz, söylemişlerdir çünkü, ama bunu hissedemezsiniz.

şu ana kadar, odamın karanlık yerinden bile pek haberim yoktu aslında. aniden, benim beklediğimden daha hızlı bir şekilde, biri duvardaki korkutucu gölgeleri gösterdi bana. onların nasıl oluştuğunu, nereden geldiğini düşünürken, biri karanlığı gösterdi. başka biri oraya gitmem ve orada ne olduğunu anlamam gerektiğini söyledi. başta mutlu mesut (!) yaşarken, seneler önce bir köşeye fırlattığım bir oyuncakla kalakaldım şimdi ve onunla ne yapacağımı da bilmiyorum.

>> tamam. ben abartmayı severim. melankolik hallerimden hoşlanırım. ama biraz yavaş. lütfen. şu odadan bir çıkıp nefes alabilir miyim?

>> umarım bu gece üzerime meteor düşer.

17.3.12

serbest çağrışım

karnım çok acıktı. yalnızım ve bu yazıyı silme tuşunu hiç kullanmadan yazmaya karar verdim. şu an aklıma gelen her şeyi yazıyorum. tezim, ki gördüğünüz gibi, aklıma gelenler arasında ilk sırada, pek ilerlemiyor sanki. buna sinir oluyorum. yapmak istediğim çok şey var, kitap okumak, kitap yazmak, yüzmek, resim yapmak gibi. resim nereden çıktı bilmiyorum. diğerleri hep vardı zaten. çok güzel bir süpervizyon defterim var, yapmaktan en çok hoşlandığım şey o zaten şu sıralar. ay "sıralar"ı yazamadığım için üç kere silme tuşuna bastım, ama sayılmaz. yazmaktan vazgeçtiğim için basmadım sonuçta, en başta da onu demek istemiştim.

her neyse, serbest yazmak insanı çok rahatlatan bir şey galiba. bir zamanlar, birine, böyle sayfalarca saçmalayabilirdim. geçen hafta, onu biraz şaşırttım sanırım, uzun zaman sonra. tumblr'da yazmıştım galiba, birinin sizi eskisi gibi değil ama, eskisi kadar önemsediğini görmek mutluluk verici. ben de onu göstermeye çalıştım birazcık. tumblr demişken, bir de film blogu açtım kendime. ama yazmaya üşendiğimden, ve daha kötüsü yazarken tez yazmıyor olduğum için suçluluk hissettiğimden, sadece izlediğim filmlerden fotoğraflar paylaşıyorum.

havaların düzeleceğini söylemişlerdi. gökyüzü apaçık olacaktı bu haftasonu. ki güneşi ne kadar özlediğimi anlatamayabilirim tam olarak. kara aşık bir insan olarak, ben bile sıkıldıysam her yerin hala beyaz beyaz olmasından, sevmeyen insanları düşünemiyorum. ay ! çok mantıklı yazıyorum. arada bunu yapıp şu yazma konusunda rahatlamalıyım galiba. fazla süperego sağlığa zararlı. bakalım azaltabilecek miyim?

p.s : pek serbest olmadı ama... ilk sonuçta... 

7.3.12

ev hali

şuraya içimdeki ergenin hala yaşadığını gösterecek birsürü şey yazabilirim aslında, ama tutuyorum kendimi. melankolik şarkılar bile dinlemiyorum. tüm gün zaza fournier çalıyor arkada. güneş var diye perdeleri kapatmıyorum. bir derginin mutluluk sarhoşluğuyla okuyacağımızı iddia ettiği bir kitap okuyorum.

ve karşıma şöyle cümleler çıkıyor.
"hiçbir şeyi özlediğin bir şeyden daha fazla sevemezsin"

ilk defa bu akşam, çok büyük bir mucize olsun istedim.
sadece biraz şaşırmak için. hayatımın değişmesine değil, durağanlığının değişmesine ihtiyacım var.
gelip "olaylar olaylar" demek istiyorum :)

yazdığım kartla o kadar vakit geçirdim ki, artık gönderemeyebilirim :p

18.2.12

paralel bir evrende...



paralel bir evrende, ben çatı katındaki, kocaman bir kütüphanenin yatağımı odanın geri kalanından ayırdığı bir evde yaşıyormuşum. pencereden uzaktaki şehrin ışıkları gözüküyormuş geceleri, gündüz ise hemen evimin karşısındaki parkı izliyormuşum. kar yağdığında bembeyaz oluyormuş o park, ben de bir koltukta kitap okuyormuşum. film izlerken uyuyakalıp her seferinde kendime kızıyormuşum. ertesi gün kaldığım yerden devam edip beğendiğim filmleri en yakın arkadaşlarıma öneriyormuşum. şiddetle. şiddetle yaptığım tek şey oymuş. onun dışında çok sakinmişim.

bazen arkadaşlarım geliyormuş evime. hemen en sevdiğimiz şarkılardan oluşan, o gün boyunca defalarca dinleyeceğimiz bir liste yapıyormuşuz. birbirimize hayatımızdaki değişiklikleri anlatırken, birlikte çikolatalı tatlılar yapıyormuşuz. kahvemizi içip tatlılarımızı yerken, kendisiyle bir süredir ilgilenemediğimiz için bizi kıskanmaya başlayan kedimle oynuyormuşuz. siyahmış kedim. simsiyah. zeytin'miş adı da. en sevdiği şey, sabahları yorganımı tırmıklayarak beni uyandırmakmış.

paralel bir evrende bile sesim pek güzel değilmiş ama. o yüzden beste yapıyormuşum. bazen o bestelerimi satın almak isteyenler oluyormuş. benimse içimden hediye etmek geliyormuş çünkü zaten ayda bir çıkan bir dergide çalışıyormuşum. her ay gittiğim bir yeri kısaca tanıttığım ve birkaç fotoğrafla süslediğim küçücük bir köşem varmış. o yere ait gezi yazılarında pek bahsedilmeyen, gözden kaçabilen özelliklerini anlatıyormuşum. insanlarından, ama en çok da kendi yaşadıklarımdan bahsediyormuşum.

şimdikinden birazcık daha mutlu olduğum paralel bir evrende, hayatın beni oraya nasıl getirdiğini hiç anlamıyormuşum. senelerdir azıcık farklı seçimler yapmış olsaydım hayatımın nasıl olacağını merak edip duruyormuşum.

[yazının sonuna geldiğimde çalan şarkı - rüzgar]

9.2.12

ama

bira.fm, plajda kanalında çalan, güneye giderken, akdeniz, aşk yeniden gibi şarkılar ve saatlerdir, elimde kitabımla pencere kenarından izlediğim, lapa lapa yağan kar.

yazı çok özledim ama kış bitmesin.

23.1.12

honesty may kill you



birkaç gün önce zenne'ye gittim ve filmi izleyince, bazı hayatlara ne kadar uzak olduğumuzu fark ettim. üzüldüm, hem de çok. kendi telaşımda, tanıma şansını yakalayamadığım o kadar insan var ki... şu an kendime bile kızıyorum, eve kapanmış halde bu satırları yazıyor okduğum için. eğer filmler hayat değiştirebiliyorsa gerçekten, benim hayatımı bu film değiştirebilir belki de. biraz daha düşünmeli. ama fazla düşünmeden de harekete geçmeli.

yalnızca bi film olmasını isterdim aslında o hikayenin. yalnızca film olduğunu düşünerek, kendi hayatımı sorgulamasaydım da olurdu.

olmadı tabi.

insan olanın içinin kaldıramayacağı bi durum var ortada. dün, aynı konunun işlendiği [ama bence kötü bağlandığı] behzat ç.'de, behzat'ın son sahnedeki tepkisini vermek istiyorum bugünlerde, duyduğum her şeye karşı. insanların acımasızlığı, anlayışsızlığı, bencilliği çok fena midemi bulandırıyor çünkü. her davranışı bi şekilde açıklarım belki, ama bunları açıklayamıyorum.

bilirsiniz, ben umutluyumdur genelde, her şey hakkında. ama bugünlerde gelecekten korkuyorum. yazının bu noktalara gelmesini de planlamamıştım aslında, öfkeliymişim, haberim yokmuş. ama öfke iyidir iyi. harekete geçirir.

neyse. diyeceğim o ki, gitmemiş olan varsa, ben bi daha izlemeye gidebilirim. 

21.1.12

doğum lekesi

'o öykünün bana ne yaptığını asla bilemezsin. durmadan okudum onu, durmadan üzerinde düşündüm ve yavaş yavaş kendimi olduğum gibi görmeye başladım. başkaları insanlıklarını içlerinde taşıyorlardı, ama ben yüzümde taşıyordum. başkalarıyla aramdaki fark buydu işte. kim olduğumu saklamama izin yoktu. insanlar bana baktıklarında ruhumun içini görüyorlardı. fena değildi görünümüm, bunu biliyordum, ama beni hep yüzümdeki o mor lekeyle anacaklarını da biliyordum. ondan kurtulmaya çalışmamın anlamı yoktu. hayatımın temel gerçeğiydi o leke ve onun yok olmasını dilemek kendimi yok etmek istemekle aynı şeydi. ben asla herkesinki gibi bir mutluluk yaşayamayacaktım, ama o öyküyü okuduktan sonra, sahip olduğum şeyin de aynı derecede iyi olduğunu düşündüm. insanların ne düşündüğünü biliyordum. yapmam gereken tek şey onlara bakmak, yüzümün sol yanını gördüklerinde gösterdikleri tepkiyi incelemekti, böyle yaparak onlara güvenip güvenemeyeceğimi anlayabiliyordum. doğum lekem, onların insanlığını sınayan bir şeydi. onların ruhlarının değerini ölçüyordu, çok çalışırsam onların içlerini görebilir ve kim olduklarını anlayabilirdim.'

yanılsamalar kitabı'ndan.

16.1.12

pollyanna mode: on

bugün fark ettim. hayatımda yalnızca bi tane derdim olduğunda çok üzülüyorum. düşünecek başka bi şeyim olmadığından herhalde. bi iki dert eklenince rahatlıyorum ama. biriyle uğraşırken, diğerini unutuyorum. ötekini çözmek için çabalarken, diğeri kendiliğinden çözülüyor; ben iyice mutlu oluyorum falan.

ne güzel lan. iyki bissürü derdim var şu an :p

10.1.12

`kalbim senin bu gece..`



her zaman için kar, en sevdiğimdir. bugün oturup kızımın ismine 'kar' koyamayacak olmama üzüldüm resmen. çünkü ben çocuğum olursa, ismini kesinlikle doğayla ilgili bi şey koymalıyım. ama en sevdiğim şey, bi isme koymak için, fazla... garip geliyor kulağa. 

en azından 'yıldız' öyle değil :)

ama şunun güzelliğine bi bakın. hayır, hayır. iyice bakın şuna ya! 

9.1.12

"i wanna go to heaven. never been there before"

ve aşık olduğunu kabul etmek, canının yanabileceğini, incinebileceğini de kabul etmek demek. ve tabi ki çoktan acı çekmiş biri için bunları aynı anda kabullenmek biraz zor. oysa insanın yalnızlığa tahammül edebilmesi mükemmel bi şey. aşık olunca, hep anlatılır ya, şapşallaşınca, saflaşınca, insan o yeteneğini de kaybediyor galiba. 

şöyle..

hayatımın büyük kısmında hiç bulunmamış olan birinin eksikliğini hissetmeye başladığımda, o kişinin, aslında bende eksik olduğunu bilmediğim bi parçamı doldurduğunu anlıyorum. aşk dediğimiz de, bu olabilir belki. bu akşam, bilmediğim bi sürü şarkı arka arkaya çalarken, yaptığım bi aşk tanımından ilk defa memnun kalmışken... 

insanın kendinde eksik olduğunu bilmediği bi parçasının varlığını fark etmesinin neresi güzel, allah aşkına?!

7.1.12

tarot

anlatmak rahatlatır. evet. o yüzden yazıyorum senelerdir.

kendi içimde boğulacak gibi olduğum zamanlar, hep, sorunlarımı küçümsediğim, yok saydığım, görmezden geldiğim zamanlara denk gelir. yalnızca herkesin hassas noktasının farklı olduğunu kabul ettiğimizde, insancıl olduğumuzu söyleyebiliriz aslında. ve o kadar kaybolmuş hissediyorum ki, yolumu tarot fallarıyla bulmaya çalışıyorum. hoş, onun da bana söylediği, yapmak istediğin şeyin peşinden git, kendi iç sesini bul falan. 

oysa osho, herkesin çok fazla konuştuğu, çok fazla şey yaptığı bi dünyada, kendini dinlemenin, istediğini yapmanın, hatta ne istediğini bilmenin çok zor olduğunu bilmiyor belli ki. uzaktan bakınca, hafiften kopuk duruyor cümlelerim. oysa hepsi tam olarak aynı şeyi, farklı şekillerde anlatıyor. çünkü ne zamandır aynı şeyler dönüp duruyor kafamda. 

kenarında iki tane saksı olan bir pencereden, istanbul boğazı'nı izleyen bir kedi olmak istiyorum. bir sonraki hayatımda.