Pages

23.6.16

evet, gerçekten âşık bir adam...

şuradan da bildiğiniz gibi, heyecanla beklediğim bir kitaptı âşık bir adam. bir sene geçti üstünden ve bu sefer karşımızda, knausgaard'ın eşinden ayrılarak stockholm'e taşınmasıyla başlayan (ah! stockholm...) ve bir evlilik ve dört çocukla sonuçlanacak olan hikayesinin bir kısmı; nasıl âşık olduğu, nasıl baba olduğu, kendi annesiyle ve sevgilisinin annesiyle nasıl ilişkiler kurduğu, kendi bunalımları ve sevgilisinin bunalımlarıyla birlikte ilişkiyi nasıl yürüttükleri... arkadaşları, yazarlığı, az biraz çocukluk ve ergenlik anıları, dünya görüşleri, sanatsal yorumları... ve artık knausgaard'ın olmazsa olmaz'ı diyebileceğimiz kendini sorgulamaları var.

bir önceki kitaba kıyasla, birçok kişinin yazarın yaşadıklarıyla kurabileceği özdeşim belki daha kısıtlı, ama ilginç bir şekilde bu, onun bizden uzaklaşmasına neden olmuyor. bu da muhtemelen, knausgaard'ın kendisiyle ilgili ne hissediyorsa yazabilmesinden kaynaklanıyor. kendisine acımasız, eleştirel, aşağılayıcı bakan bir tarafı var; bizim genelde saklamaya çalıştığımız, ama onun herkese göstermeye çalıştığı... kitapta röportajlardan kaçtığını söylüyor, ama söylediğinde zavallı gibi göründüğünü düşündüğü her şeyi kendi yazıyor. bu, sanki bütün o duyguların üstesinden gelme, savaşmayarak onları alt etme çabası gibi hissettiriyor. zavallı olacaksa da, bu, kendi denetiminde olsun istiyor. bir yandan övgüye ne kadar ihtiyacının olduğunun da farkında, en kötüsü de, en kabul edemediği de bu zaten. içindeki gelgitleri, ihtiyaç duyduğu şeyi aldığında yaşadığı rahatlamayı hissettiği an kendisinden iğrenmesi, bu duyguyu başkalarına yansıtması, kendisini beğenenleri değersizleştirmesi... her şey o kadar gerçek ki... bir de bu, inanılmaz detaylı anlatımıyla birleştiğinde, o hayatın içindeymiş, hepsini yaşayan sizmişsiniz gibi hissetmeniz kaçınılmaz oluyor.

belirtmeden geçemeyeceğim bir şey de şu: arkadaşlarıyla oturup herkesin kendi hayatından bir şeyler anlattığı yılbaşı gecesinin ve bir akşam geir ile bir kafede otururken yaptığı uzuuuuuun sohbetin samimiyetini başka bir yerde zor buluruz gibime geliyor. her iki bölümü de gerçek zamanlı bir film izler gibi okudum. her ikisinde de neredeyse sohbete katılacağım gibi hissettim. her ikisini de aklıma geldikçe açıp açıp okuyabilirim.

geçen sefer bu kadar kendine açıklığın yaşadıklarıyla barışma çabası olduğunu düşünmüştüm, belli ki böyle görmeye kişisel olarak ihtiyacım vardı. bu sefer, bunun, yani kendini, kendi yanlılığıyla olduğu gibi anlatmasının cesaret içeren farklı bir adım değil, knausgaard'ın hayatı boyunca yaptığı, yapmayı en iyi bildiği şey olduğunu görüyorum. dolayısıyla serinin nasıl devam edeceğini çok merak ediyorum ve üçüncü kitabı, çocukluk adası'nı yine heyecanla bekliyorum. o da kasım'da geliyor duyduğuma göre. kitaplığımda yeri hazır bile.

19.6.16

arayış

elim kolum bağlıymış ve bunlar son çırpınışlarımmış gibi bir his. iplerden kurtulur muyum, hepsine daha mı çok dolanırım, bilmiyorum. tek bildiğim, daha önce hiç bu kadar çırpınmadım. hep çaktırmadan, yakalanırım korkusuyla alttan alta kendime göre değiştirmeye çalıştım bir şeyleri... hiçbir şey yokmuş gibi, hep herkesin istediği gibiymişim gibi davrandım. şimdi de ödüm kopuyor, belli ki o korku hala olduğu yerde duruyor, ama anlamıyorum, bana ne oluyor?

bir tarafta yapılabilirliğinden daha önce hiç olmadığım kadar emin olduğum hayallerim, isteklerim var... ama onları bile neden istediğimi son zamanlarda bilmediğimi fark ediyorum. kendime ya da başkalarına bir şeyleri kanıtlıyor mu bunlar, kanıtlaması belki sorun değil ama, asıl amaç bu mu? eğer başka kanıtlar peşinde koşmaya devam edeceksem, bir şeyleri geride bırakmaya değer mi? ben gerçekten ne istiyorum?

kahretsin, bu nasıl bir soru!

ve ben bu soruya cevap vermeyi neden bilmiyorum? neden öğrenmemişim bunca zaman? öğrenmek için ne yapabilirim? bulduğum cevapların yine başkalarının gözündeki değerli cevaplar olmadığından ya da bunları sırf ipleri koparmak, etrafı dağıtmak, yıkıp yakmak için istemediğimden nasıl emin olabilirim? yaptıklarımın bana ait olduğunu hissetmezsem güvenli alanımdan dışarı çıkmak için bir daha nasıl cesaretimi toplayabilirim?

tam da bu noktada, bütün bunlara da hakkım olduğunu bağırıyor bir yanım, hâlâ başkalarının gözlerinin içine bakabileceğimi, demek ki buna zaman zaman ihtiyacımın olduğunu... önceden yapmamış olsam da, ipleri koparmak ve öfkemi çıkarmak isteyebileceğimi, demek ki artık buna da ihtiyacımın olduğunu... ve bazen güvenli alanımdan çıkmamayı isteyebileceğimi söylüyor bir yanım. bu yanıma kulak vermek istiyorum, çünkü bütün bunlarla savaşmak imkansız.

ve bu yazının sonuna yaklaştıkça daha iyi anlıyorum... ben gerçekten ne istediğimi bulamayacağım ama aramaya devam ettikçe yaşıyor olacağım.

18.3.16

beterin beteri

acımasız bir şakaya, birçok kişiden daha fazla takıldığım günden beri, şakanın içeriğini ve benim hayatımda nerelere denk geldiğini düşünüyordum ve buldum. cevap inanamayacağınız kadar basit: gerçekten de kötü bir şaka bu hayat.

ben mi çok saftım, yoksa umut verici şeyler gerçekten var mıydı, emin değilim. emin olamıyorum. bir şeylerin eskisi gibi olmayacağını kabullenmek zorunda olmak yine iyi de, bir şeylerin eskiden bile göründüğü gibi olmadığını düşünmek öldürüyor insanı. mecazen. ama gerçek anlamda ölümler de var. bir mevsim önce "daha da kötüsü olamaz" derken, "içimiz öldü" derken, yaşadığımız acıyı hafifleten başka acılar var ve tahmin edersiniz ki, bu durum geleceğe bakışımı pek iyi etkilemiyor.

geleceğe bakmamaya çalışıyorum zaten genel olarak çünkü geleceğe bakınca nefesim daralıyor ve kaygıdan yatağımdan çıkamıyorum. geçmişe bakayım diyorum, sadece hayal kırıklığı görüyorum ve bu sefer de üzüntüden yatağımdan çıkamıyorum. eskiden yatağından çıkamadığını söyleyenleri ciddiye almadığım için özür diliyorum. geç de olsa onları anlıyorum. anlamak çözmeyi sağlamıyor, bunu da biliyorum ve yatağımdan çıkmam gerekiyor çünkü hayat devam ediyor, ama gözüm arkada kalıyor. daha da kötüsü, zihnim arkada kalıyor. bu yüzden, bana söylenenleri bazen anlamıyorum. bazen dinlemiyorum. bazen duymuyorum. bazen duymazlıktan geliyorum. bazen gerçekten çok sıkılıyorum. şu an olduğu gibi. sıkıldığımın anlaşıldığını biliyorum. sıkıntım kelime seçimlerime yansıyor, satırların arasına sızıyor, cümleler uzadıkça uzuyor, birbirini tekrar ediyor, tekrar ediyor, tekrar ediyor, tekr...

ah! hep aynı kelime oyunları.

hayır. en iyi ihtimalle hep aynı, çoğu zaman daha kötü.

yüksek umutlardan başlayıp görünürde hiç umut yok'a varan bir yol gibi.
iğrençlik.
sonuçta ne demiş winnicott? saklanmak eğlencelidir ama bulunmamak bir felakettir.

24.1.16

yaz geçer

deliliğin sınırı yokmuş, yaşayarak gördüm. bu sefer şanslıydım, içimde mi dışımda mı olduğunu bilmediğim bir şey beni geri döndürdü, yavaş yavaş. o şey olmasa yolu bulamazdım, yol neydi, ışık nasıl bir şeydi, hatırlamıyordum bile. görmüyordum, gördüklerime güvenemiyordum. korkuyordum ve sadece durmak istiyordum, kendimi daha fazla tehlikeye atmamak için.

ve gerçekten duruyordum :) şu an olduğu gibi, yüzümü açık bambu yeşili duvarıma dönmüş şekilde saatlerce yatıyordum. kalkmak dünyanın en zor eylemiydi. hadi, o benim çabamı gerektiriyordu, ama kaldırılmak bile öyleydi. en çok zamana kızıyordum, benim parmağımı oynatasım gelmiyorken, o durmak bilmeden geçiyordu. ben birkaç on saat daha yatmak istiyordum, ama yine sabah oluyordu ve yapılacak birsürü şey, baş edilecek tonlarca acı verici duygu, gidilecek uzak yerler beni bekliyordu. bir yandan da, zaman hiç geçmiyor gibi geliyordu çünkü hiçbir şey değişmiyordu. yaz hiç bitmeyecek, üzüntüm, öfkem ve kaygım hiç azalmayacak, farklı bir güne uyanmayacağım ve başka hiçbir şey düşünemeyeceğim sanıyordum.

gerçekten uzun bir zaman mıydı, yoksa bu duygularımdan dolayı bana mı öyle geldi, bilmiyorum, ama bir anda her şey normale döndü. hava aydınlandı. oysa yaz geçmiş ve sonbahar gelmişti. güneş geç doğuyordu ve erken batıyordu, ama bana yetiyordu. uzun zamandır ilk defa bir şeyin eksikliği canımı acıtmıyordu. yaşadığım yoğun acının yerini başka duygular almıştı ve hatta başka durumlara dair başka duygular... artık mutlu olabildiğim için mutlu olmayı geçtim, alakasız birine kızdığım için, yapmam gerekenleri düşünüp kaygılandığım için, kendi hayatımla ilgisi olmayan bir olaya üzüldüğüm için kendimi öpesim geliyordu.

evet. yaz geçiyordu ve yaz geçmişti. olan olmuştu. bu cümleyi kabullenene kadar canım çıkmıştı, ama kabul etmek rahatlatmıştı. bunu unutmamam lazımdı, o yüzden içimden bunları yazmak gelmişti. iyi ki de gelmişti.

9.1.16

kendine ayna

perks of being a wallflower'ı kimbilir ne zaman izledim, konusunu bile tam hatırlamıyorum. birazcık duygusu kalmış içimde, bir de filmi izleyen herkesin aklına yer eden o cümle: we accept the love we think we deserve.

bir cümleyi birazcık anlamlı bulduğumda illa ki bir yerlere not alıyorum. blogum olur, twitter'ım, telefonumun notlar kısmı, bir defter, başka bir defter... unutuyorum sonra. aylar, yıllar geçiyor üstünden. bir gün içimden geliyor, eski twitlerime bakıyorum ya da eski defterleri karıştırıyorum - literally :) - ve birden beklemediğim bir cümle çıkıyor karşıma. ne zaman yazdığımı, yazarken ne düşündüğümü bile hatırlamıyorum. bazen kendi yazdığıma bile emin olamadığım bu cümleler öyle bir yere dokunuyor ki, mistik bir şekilde zamanı geldiğinde onları tekrar bulabilmem için yazdığıma inanmaya başlıyorum.

içten içe biliyorum. ne yaşayacağımı, neye ihtiyacımın olacağını, neyi duymanın canımı yakacağını... hepsini biliyorum. işte, filmde geçen o bir tanecik cümle mesela, onun senelerce içimde yer etmesi, onca şey yaşadıktan ve birden bire o cümleyi hatırladıktan sonra istemsizce ağzımdan dökülen sözcükler... "evet ya, aynen" diyişim. kendi sesimdeki şaşkınlık, ama aynı zamanda kabullenme... ve hüzün. bütün bunlar her şeyi öyle güzel açıklıyor ki, başka türlü söze dökemiyorum.

diyorum ki, ben bu cümleden tam da bugün, dokuz ocak ikibinonaltı'da, bu kadar etkileneceğimi biliyordum. buna inanmazsam, kimbilir ne zaman, kabul ettiğim sevgilerle ilgili farkında olduğum bir derdim yokken, neyi hak ettiğime inandığımı hayatımda hiç sorgulamamışken ve dolayısıyla kendime yaptığım haksızlıklar zerre umrumda değilken, bu cümleden etkilenmemi açıklamanın bir yolunu bulamam. o yüzden, geriye dönüşler ve geri gelişler ve tekrar geri dönüşler ve tekrar bambaşka şekilde geri gelişler, o kadar, o kadar, o kadar hoşuma gidiyor ki...ve bunu yazarken bile heyecanlanıyorum, acaba ne zaman okuduğumda neler bulacağım yazarken bile farkında olmadığım.