Pages

31.12.13

2013, gezi yılıydı...

hiç gelmesini istememiştim ama... 2013 umut yılıydı. 

hiçbir şeyi değiştiremeyeceğine ve yaşadıkları hayata mahkum olduklarına inananların, kendilerindeki gücü fark ettikleri, kendi seslerini çıkarmaktan çekinmelerine gerek olmadığını ve korkunun ancak daha fazla korku doğurduğunu öğrendikleri bir yıldı. karşılarında fiziksel olarak kat kat üstün, kat kat donanımlı birileri varken bile, el ele tutuşmanın kendilerini daha sağlam kıldığını anladıkları bir yıldı. fark etmekle, öğrenmekle, anlamakla kalmayıp bütün bunları ve bunların önemini başkalarına da gösterdikleri bir yıldı. 

ve bu açıdan harikaydı. 

2013 aynı zamanda acı yılıydı. en uzun cümleleri, en yoğun duyguları hak edecek ama ne dense eksik kalacak ve o haliyle hiç içe sinmeyecek bir şekilde aramızdan ayrılan ve tanıdıklarını, sevdiklerini olduğu kadar, tanımadıklarını da acıya boğan, gözlerini kırpmadan bunu yapabilenlere duyulan öfkeyi, bu haksızlığa karşı çıkma isteğini ve bunlarla birlikte, kim olduğu fark etmeksizin, herkesin değerli ve biricik olduğu inancını canlı tutan ve artık ölümsüzleşen gençlerin hayatımıza girdiği bir yıldı. 

öfkeye öfkeyle karşılık vermenin dışında bir ihtimalin daha olduğunu, onun da gülmek olduğunu gördüğümüz; kahkahaların, barışın, çiçeklerin, kitapların, şiirlerin, resimin, müziğin önemini defalarca hatırladığımız bir yıldı ayrıca. belki de öncekilerden hiçbir farkı yoktu. yalnızca bizim artık umuda ihtiyacımız vardı ve 2013, bunu elde etmeyi başarabildiğimiz bir yıl oldu. bu nedenle güzeldi ve bu nedenle hiç gelmesini istemediğim bir yılın bitmesini istemiyorum.

2014 de böyle olsun, bizim olsun. 

24.12.13

kar küresi

her şey birkaç dakika ve kırk saniye içinde oldu.

şöyle ki, annem biraz önce odama geldi, elinde bir kar küresiyle. küçücük, bembeyaz bir kar küresi, içinde flüt çalan bir melek. annem odama elinde bir kar küresiyle geldi çünkü kar kürelerini ne kadar çok sevdiğimi en iyi o bilir. ben de bir an her şeyi unuttum; son birkaç haftadaki bütün sıkıntılarımı. mutlulukla sallamaya başladım, karların düşüşünü izledim birkaç dakika. 

- birkaç dakika sonra

kar küresi elimden fırlıyor. 

- on saniye sonra -

annem üzüntüyle bağrışıma koşarak geliyor. 

- otuz saniye sonra

annem yerdeki simli, karlı suyu ve incecik camları temizliyor. gözlerim doluyor, ağlayasım geliyor. bir kar küresini elimle yere fırlatmış, bir kar küresini bilerek kırmışım gibi hissediyorum. hayır, aslında onu öldürmüşüm gibi hissediyorum ama bu kulağa çok dramatik geliyor. kulağa daha dramatik gelmemek adına mutluluklarımın birkaç dakika sürdüğünü söylemek istemiyorum. ah ! böyle de söylemiş oldum ! kimi kandırıyorum? son zamanlarda hep aynısını yapıyorum. yapmamış gibi, söylememiş gibi'lerle, işin içinden sıyrılıveriyorum. 

olmamış gibi'lerle yaşıyorum, olmuyor. 

15.12.13

bir demet belirsiz duyusal algılama

bazılarınızın aşık olmasına söyleyecek sözüm yok. evet. sevin, sevilin, sevgilinizle kavga edin, bağırıp çağırın, ağlayın, öpüşüp barışın, el ele tutuşun, sarılıp uyuyun. hep beraber bir yerlere gittiğimizde, bana eğlenceli anılarınızdan bahsedin, birbirinizi şikayet edin, sonra gülmeye devam edin. her şeye rağmen mutlu olduğunuzu söyleyin. karşılıklı olmasına da gerek yok; sevdiğinizin bir sözüyle ne kadar mutlu olduğunuzu, bir gece içtikten sonra yazım yanlışlarıyla dolu mesajlar attığınızı, onu başkasıyla gördüğünüzde ne kadar üzüldüğünüzü de anlatabilirsiniz. bütün bunları, aşık olduğum birinin olmamasına üzülmeden dinleyebilirim. sadece sizin için sevinip sizin için üzülebilirim.

ama bazılarınız bütün bunları yaşarken, çok güzel şeyler yazıyor ve yazdıklarınız içimdeki boşlukta yankılanıyor. o zaman anlıyorum bir şeylerin eksik olduğunu ve doldurmak için bulduğum şeylerin oraya hiç uymadığını. kimse elimdeki uymayan parçaları alıp doğrularını vermiyor. ben de hep aynı sabrı göstererek, aynı parçayı aynı uygunsuz boşluğa sığdırmaya çalışıyorum. hayır. fırlatıp atmıyorum. atsam rahatlarım, biliyorum. öfkeliyim çünkü. hayır. HAYIR. öfkeli değilim, sinirliyim. kızgınım. elimdeki parçayı parçalayasım var. parçayı vura vura yerine oturtasım var ama buna gücüm yok. bazen diyorum ki, iyi ki gücüm yok. yoksa çoktan birini camdan atmıştım, masayı bir duvara çarpmıştım, telefonu yere atmış ve parçalamıştım. oysa şimdi ne kadar sakinim, bakın. arada bağırıyorum sadece. hiç olmadı laf çarpıyorum. evet. bazen onlar ağır oluyor, birini camdan atmışım gibi etki yaratıyor. ancak o zaman rahatlıyorum.

buraya nasıl geldim bilmiyorum, sadece aşık olduğunuz zaman yazı yazmayın, yazamayın diyecektim. kıskanıyorum ve yarınki sunumda da anlatacağımız gibi, kıskançlık da bir öfke biçimidir.

9.12.13

çay?

çay içelim.

ya da bi kenara bırakalım şu koşuşturmacayı. kalabalık bir caddede, en sevdiğimiz şarkıların çalındığı, sıcak türk kahvesiyle birlikte renkli lokumların getirildiği ve köşesinde yılbaşı ağacı bulunan kafede oturalım mesela. istersen bizi başkalarından biraz daha gizleyecek olan köşeye geçelim. anlamlı bir şarkı çalar, birkaç hüzünlü anıdan bahsederiz belki. ağırlaşan havayı dağıtmak için bir komiklik yapar ikimizden biri. belki de ikimiz de buna ihtiyaç duymayız ve birkaç dakika sonra zaten hafiflediğimizi hissederiz. cam kenarındaki masaya da oturabiliriz. insanları seyrederiz. birkaç çift geçer caddeden, el ele yürüyerek. birbirlerine ne kadar yakıştıklarını düşünürüz. yine de bir kızın saçını çok beğenmeyiz mesela ya da bir erkeğin botlarını. mükemmel olmalarını istediğimizden değil, nazar değmesini istemediğimizden. biliyorum, batıl inançların yoktur senin. yine de benim için tahtaya vurursun üç kere. kafenin bu tarafında hüzünlü anılardan bahsetmeyiz; şansımıza anlamlı şarkılar da çalmaz. biraz güleriz, biraz da en sevdiğimiz tatlıyı yeriz. gün bitsin istemeyiz ama yakında bir kez daha geleceğimizi hissederiz. giderken kalbimiz kırılmaz ve bir gün biri bizden huzurlu bir yer düşünmemizi istese, aklımıza buranın geleceğini biliriz.

ama sen bilirsin, bir bardak çay içsek de olur. 

24.11.13

pazarlar güzeldir

pazartesiden önce gelen pazar nasıl sevilmez ki?

yeni şarkılar keşfettiğin, zaman zaman kendine dönüp acı çektiğin, istediğinde yatağına girebildiğin, sıcacık evinden hiç çıkmadığın bir pazar. sabah uykunu almış bir şekilde uyandığın, biraz yatak keyfi yaptığın, yatmaktan sıkıldığın için yataktan çıktığın; ve mutlulukla bir ilgisi olan kahvaltının, acelesiz, telaşsız ve huzurlu bir şekilde yapıldığı bir pazar. uzun uzun anlatabilirim ama bence gayet açık nasıl sakin bir günden bahsettiğim. o yüzden sırf pazartesiden önce geldiği için pazarı sevmemenizi biraz şımarık buluyorum. hatta hadsizlik bile diyebilirim. yine kurunun yanında yaşı da yakıyorsunuz bence.

yarın zor bir günün beni bekliyor olmasının, bugünü de kendi kendime zorlaştırmamın, pazarla hiçbir alakası yok. tabii, bir güne gösterdiğim bu koruyuculuğu ve kabulleniciliği biraz kendime göstersem her şey daha güzel olacak, ona da hiç şüphe yok aslında. asıl sinirimi bozan şey, neye ihtiyacım olduğunu bilip o ihtiyacı kendime verememek sanırım. o ihtiyaca sahip olmak bile bir sorun sanki. kurduğum hayaller de hep zaten böyle bir ihtiyacımın olmadığı, yalnız olduğum, dışarda olduğum, uzaklarda olduğum bir zamanla ilgili.

sonra eğlencelik izlediğin filmin durup dururken sana birtakım yüzleştirmeler yapması...

"hope is the only thing stronger than fear"

biraz açık oldun mu insana her şey yüzleştirme zaten.

bugünün keşfi: sufjan stevens. güzel oldu. güzel.

16.11.13

ayna

ben hiç kendime bakmamışım ki... ondan bu kadar şaşkınlığım, yeni keşfettiklerimle hayata ayak uyduramamam. bir bebek düşünün mesela ve o bebeğin, çevresindeki her şeye anlam vermek için nasıl çaba harcadığını. genelde bebeğin bu keşiflerden büyük heyecan duyduğunu düşünürüz. oysa kaçırdığımız bir nokta var bence: o bebek, bütün bu heyecanlı keşif içerisinde, hayatın ve kendisinin sınırlılıklarla dolu olduğunu da öğrenmektedir - ve takdir edersiniz ki, bu yıpratıcı bir öğretidir.

büyümek için yıpranmak gerekiyorsa, ki gerekiyor, yıpranmaya hazırım. hayatta perilerin ve sihirli değneklerin olmadığı gerçeğini yeni öğrendim mesela. kendimi «her şeyi yapabilir» hissederken, yapamayacağımı da yeni öğrendim. bu zamana kadar «her şeyi» yapamıyorsam, bunun «hiçbir şey» yapamadığım anlamına geldiğine inanmıştım. bunun doğru olmadığını da yeni öğrendim. yıpratıcı durumları, sadece kendimi yıpratmak için kullanmamayı da öğrenmişim demek ki - bunu şimdi fark ettim :) 

bir yanım hala sihirli ve büyülü bir dünyanın varlığına inanıyor olsa da, varolmayan ülke'dense, harikalar diyarı'nı tercih ettim her zaman. nedenini şimdi anlıyorum ve bu psikolog olma nedenimle aynı aslında. bir şeylerin ters gittiğini, bir şekilde mutlu olamadığımı, kendimi kendime bile anlatamadığımı, hep saklanarak yaşamaya çalışıp bir türlü başaramadığımı ve kendimle barışamadığımı biliyor; ama gerçeklikten tamamen uzaklaşmayı da istemiyormuşum. geri dönüşü olmayan varolmayan ülke'de kalmaktansa, çok bunaldığımda kaçabileceğim bir harikalar diyarı'nı istiyormuşum. 

ve böyle diyerek kendimle çelişiyormuşum (bkz: wonderland vs. neverland) :)

yine de şaşkınlığı üzerimden atıp gerçeği acısıyla kabul edebilmek, belki de bu süreçte yalnız olmadığımı, başka bebeklerin de var olduğunu ve onların da kendilerini yalnız hissetmiş olabileceğini fark etmemle başlıyor. başta hiç kabul etmiyorum, ama biri beni anlıyor, yanımda oluyor ve bunu o kadar doğal yapıyor ki, hiç korkutmuyor. o da benzer yaşantıların içinde, bu zamana kadar kendini bambaşka tanımış olduğunu anlıyor. bu zamana kadar hep çarpık gösteren aynalara, üstelik saçmasapan bir ortamda, saçmasapan bir ışıklandırmanın altında bakmış olduğumuzu görüyor ve kendimizi nasıl daha güzel göreceğimizi birbirimizden öğreniyoruz. 

aynı zamanda biliyoruz ki, öğrenme konusunda çok iyiyiz :) 

yaşasın bağzı «en iyi arkadaş»lıklar ! 

13.10.13

wonderland vs. neverland

bir tavşan deliğine ve 'impassible' bir kapıya ihtiyacım var. çünkü hiçbir şey imkansız değildir gerçekten, yediğinizde sizi küçülten kurabiyeleriniz varsa. sonrası bazı halüsinatif maddelere maruz kalmışsınız gibi. "hayalperest olmanın en kötü yanı, gerçekçi arkadaşlarınızın olmasıdır" derken, biraz eksik anlatmışız derdimizi bence. o arkadaşların bir anlamda haklı olması işin en acı tarafı. kesinlikle uyum sağlayamayacağını düşündüğün bir gezegende yaşamaya çalışmak. kendini ve çevrendekileri, bunu yapabildiğine inandırmak. bir rüyanın, kısacık bir anında, ait olduğun yeri bulmak ve hemen uyanmak. bir daha uyusan da, oraya geri dönmeyeceğini bilmek ama umudunu kaybetmemek.

ya da belki abartıyorum. 

hatırlatma: inanmayı seçtiğimiz şey, inandığımız şeyle değil, bizimle ilgilidir.

6.10.13

-dır, -dir

bu haftasonu öğrendim - aslında bildiğim bir şeydi muhtemelen, ama yeni anlamlandırdım: bir şeyi anlayabilmek, anlatabilmek için, ondan uzaklaşmak lazım. bu yüzden en iyi aşk şarkıları ayrılık hakkında mesela. bu yüzden mutsuzken daha iyi yazıyoruz. bu yüzden bizi asıl mutsuz eden şeyi bir türlü yazamıyor, onun etrafında dolaşıyor, sürekli başka şeylerden bahsediyoruz.

en azından ben öyle yapıyorum. böyle bir durumda yazmak, çıldırmaya nasıl engel olur bilemiyorum. yaptığım her hareketin, söylediğim her sözcüğün gerisinde bambaşka şeyler varken, benim bile farkında olmadığım şeyler yani, nasıl anlaşılmayı bekler ki bir insan? nasıl ihtiyacını alabilir ki? bir şeyler ters gidiyor, ben gittikçe umutsuzlanıyorum. kendim için hep öyle zaten de, başkaları için de umutsuzlanıyorum. tek tesellim tesadüfler belki de. bir kişi oluyor, geçmişinizden, kişiliğinizden, duygularınızdan, bir şeyler birbirini tutuyor; o farkında bile olmadan sizin ihtiyacınızı karşılıyor.

geriye dönüp baktığımda, görüyorum ki böyle kişiler oldu hayatımda. sonra bir şey olunca da, ben hiç olmamışlar gibi yaptım. itiraf ediyorum, çok pişmanım. itiraf ediyorum, bu pişmanlığa yönelik hiçbir şey yapmayacağım ve bu son itirafımın yukarıda yazdığım her şeyi boşa çıkardığını hissediyorum. hayat bazen böyledir, sesli düşünür, sonra kendinizi çürütürsünüz. yakınınızdakiler sadece son söylediklerinizi önemserler, oysa gidiş yolu da önemlidir, doğru ya da yanlış değildir.

alakalı gibi. değil gibi.

4.7.13

öpücük balığı

işe telefon açıp, “gelirken buğday al” dedi. “naapıcan buğdayı kızım” diye sormadım.. söylemezdi ki.. dünyanın en sevimli delisiydi.. o öyle biriydi işte. küçücük giz dolu oyunlar başlatırdı. ne buğdayı, naapıcak acaba, nereden alıcam ben şimdi..

merak etmeye başladığım anda kendimi çoktan oyunun içinde bulurdum.. evet, oyun başlamıştı. savaş’a “buğday almam lazım, nerde satılır” diye sordum..

-haa?

-buğday

-eee, nolucak buğday?

-hiç.. tavuk buldum da bi tane.. buğday veriyim diyorum..

-sittir lan..

ciddi miyim diye gözlerime baktı.. ben de çok ciddi baktım..

-gültepe’de bir civcivci var ama.. buğday satar mı bilmem.. daha çok suni yem olur onlarda..

-yok, suni yem olmaz, buğday lazım.. yumurtanın sarısı doğal renginde olmuyo o suni şeylerle.. pis bi rengi oluyo.. en iyisi buğday..

-ha bi de yumurtluyo.. harbi tavuk yani, ciddi bi tavuk kimliğine sahip.. bir ara ben de besledim.. spenç tavuğu diyorlar.. tam yumurta tavuğuydu.. bazıları et tavuğu oluyor ya, pek yumurtlamaz onlar.. bak ne diycem, esas darı sever hayvan.. çift sarı çıkarır.. darı al sen ona..

oyun böyle bir şeydi işte.. o başlatırdı.. hayatınıza aniden buğday, darı, tavuk, yumurta ve size “yedi kafayı” diye bakan bir sürü insan girerdi.. komik, sürükleyen, ama paylaşılan giz nedeniyle bir o kadar da heyecanlı bir oyun...

büroda durduk yere başlattığım tavuk geyiğine daha fazla dayanamadığımdan, buğday bulmak üzere çıktım. buğday.. noolcak acaba.. kuruyemişçilerde var mıdır?

-keşkeklik mi? aşureye falan mı katçaanız?

-ne?

-buğday sormadın mı?

-ha evet, olabilir..

-sonunu dün sattım..yok..

hıyar kuruyemişçi! lan madem yok, niye aşure mi keşkek mi car car ediyorsun.. sana ne.. bu millet de bi tuhaf ha.. buğday var mı, var.. ya da yok. bitti, bu kadar.. sana ne ne olacağından. az kaldı özel hayatıma giriyordu herif.. hem bir tarım ülkesinde buğday bulmak bu kadar zor mu olur kardeşim.. sinirleniyorum ama.. hani lan bu ülke bir tahıl ambarıydı.. adam başı buğday olması lazım.. kendi kendime gülüyorum.. biliyorum, o da gülecek.. gülücez.. öpücem sonra.. sonra, sonra.. noolcaksa o buğdaylar..

mısırçarşısı’na gidiyorum, oradaki baharatçılarda kesin vardır.. bu arada, kendimi gerçekten tavuk gibi hissetmeye başladım.. buğday arayan acıkmış bir tavuk.. bık bık bık. bıdaaak.. aslında içimde garip bir mutluluk var. her şeyi birden unutup bir avuç buğday için istanbul’u dolaşıyor olmak içten içe hoşuma gidiyor. onu bu yüzden seviyorum galiba. bana da sıçrayan bir tılsımı var.. her şey bombok giderken, nooluyosa bir şey oluyor.. onun yarattığı illüzyona dalıp oyun oynuyorum.. çocukmuşuz biz.. o, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken afacan bir kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi velet.. dünyanın zillerini çalıp, vınnn kaçıyoruz.

şimdi ne kadar alıcam ki ben buğdaydan.. bir kilo yeter mi acaba? evde tarım yapıcak diil ya, yeter herhalde.. anlarmış gibi buğdayları karıştırırken yakaladım kendimi, iyisini seçicem sanki.. neyse, aldık işte.. bir kilo buğdayımız oldu. yanında bir tane de ufak rakı. manyağım lan ben.. bariz manyağım..

“geldi mi buğday” diye sordu. gözleri ışık ışık.. meraktan çatlıyorum ama, belli etmeden “ıhı” diye torbayı uzattım. cadı! aldı torbayı masanın üstüne koydu. ne olacak şimdi bu buğday? sormayacağım ama.. ”naaptın” dedi.. elinin körü.. saatlerdir buğday arıyoruz herhalde.. “toprak mahsülleri ofisine gittim canım. taban fiyattan destekleme alımı yaptım..” gülüyor. her şey o gülsün diye zaten.. bence onun kadar güzel gülebilen yoktur. ama bu gerçek yani. çok gülen insan gördüm ben. işim gereği. hakkaten bakın, ben bu konuda otorite sayılırım. ben sizinle geyik çevirirken o kayboldu. birazdan, elinde bembeyaz bir güvercin. “bak şimdi “dedi; “bu senin dilek güvercinin.. ona avucundan buğday yedireceksin, sonra gagasından öpeceksin ve bir dilek tutup gökyüzüne bırakacaksın.”

dedim ya, tılsımı var onun. aniden güvercin de çıkarır, tutup yaşamınızı bi saniyede masala çevirir.. bitmesin istersiniz.. “bitmesin” diye dilek tutup güvercini gagasından öptüm. balkona çıktık sonra. pıt pıt kanat sesi.. pıt pıt iki çocuğun yüreği.. balkona yıldız tozları mı yağdı? çok mu güldük.. peki çok gülmek iyi midir gerçekten.. ağlar mı sonra insan.. babaannem deli fadime’nin dediği gibi “dünyanın düz murâdı yok” mu.. “çok muhabbet tez ayrılık“mı peki.. noolur “öyle diilmiş” olsun. noolur bitmesin.. pıt pıt.. yüreğim.. gece.. yemin ederim, yıldız tozu yağıyor..

ertesi sabah kadriye oldu.. espiri olsun diye bahar temizliğine girişti. kadriye.. onun masal kahramanlarından biri. söylediğim gibi, yaşam bir oyun onun için. gerçekle dalga geçer hep, sevmez sanki.. ilk kadriye olduğunda yeni tanışmıştık.. yine işe telefon edip yufka ve çökelek istemişti. buğday gibi değil, onları daha kolay buldum ve eve gittim. kapıyı çaldığımda yeri siliyordu. “ayağını çıkar kocacım” dedi, “yeni sildim”. çok güldüm. yufkayla çökelekten “yanmaz tavada sana böreği” yaptı, yedik. sonra eline bir tığ alıp dantel örüyormuş gibi yapmaya başladı. “delirdi” diye baktım. saçlarına bigudi tuttururken “naapıyosun yaa” diye sordum. “nooluyo kızım”.. garfield gibi gözlerime baktı. “yarın eltimgil gelecek” dedi. sonra güldü. nasıl güldüğünü biliyorsunuz. o gün bana “annesi gibi” olmuştu. ya da benim annem gibi. oynuyordu. başka bir şey. herkesin “gerçek” diye bildiği şey, onun için sonuna kadar sahte ve saçmaydı. komikti ama, ürkütücüydü. yani hep oynanamazdı ki.. eninde sonunda hayat “bööle bişeydi” işte.yoksa değil miydi.. o kadriye olup “çekirdek aileyle” dalga geçmeye başlayınca ben de rolümü aldım. “fehmi” diye bir herif oluyordum. çizgili pijamamı ayağıma geçirdiğim gibi biraları içip televizyon karşısında pıt pıt zapping yapıyordum. gülüyorduk sonra. kadriye ve fehmi çekirdek rolünden çıkıp biz oluyorduk. pıt pıt, iki çocuk yüreği..

onun masal kahramanları bir tane değildi ki.. bazen müge ile furkan olurduk. aslında onlar bizim arkadaşımızdı. ama o, onların ilişkisini sahte ve anlamsız bulurdu. “kola alır gibi işte, birbirlerini ve herşeyi tüketiyorlar.” müge olduğu zaman “eskeyp’e gidelim mi, trafo’ya zıplayalım mı diye sorardı. ama asla gitmezdik. onun dünyasından çıkamazdım. ben çıkmak ister miydim peki? o zamanlar bu soruyu kendime hiç sormadım. o, “dışarıdakiler”i öyle iyi biliyor ve anlatıyordu ki, ara sıra “dışarı kaçtığımda” bile onunla oyun oynuyormuşuz, o bana “gerçeğin masalını anlatıyormuş” gibi olurdum..

ha bir de, en önemlisi “öpücük balığı” vardı.. onun en yalın ve samimi hali. “ben öpücük balığıymışım” deyip yanağıma bin tane masum öpücük konduruyor, dakikalarca pıt pıt pıt öpüyordu. öpücük balığı, öpücük balığı, pıt pıt pıt..

masallar biter mi, biter işte. arasına reklam girecektir, güzellik maskesi takılacaktır, savaş vardır, birileri öldürülecektir, birini kör bırakacaksınızdır, birinin yüreğini söküp atacaksınızdır.. zehirlenecek denizler, ağlatılacak çocuklar.. işiniz vardır yani, öyle önemli, öyle vazgeçilmezdir ki..

bir gün bana “gitme” dedi.. ama hep öyle derdi.. “yelkovan dokuzun üstüne gelinceye dek.. bu şarkıdan iki şarkı sonra..” hiçbir keresinde bırakmazdı beni. iyi, tamam, oynadık, bitti. dönüşte yine oynarız.. dinlemezdi.. ”bak şimdi bu çerez tabağını dökücez; leblebiler saatmiş, üzümler dakika, fındıklar günmüş ama.. sayalım, o kadar sonra git..” pazarlık ederdim. “fındık gün diilmiş, leblebi saat.. ona tamam.” “peki” derdi. sonra aniden nereden bulduğunu bilmediğim tek şamfıstığını çıkarıp “peki bu yılmış, yıl olsun“ derdi. “yüzyılmış tamam mı, ölüm gelinceye kadarmış..”

üzümleri, leblebileri falan sayardık sonra. tek şamfıstık, o yüzyıldı.. o ölümün geldiği zamandı. onu pek tartışmazdık. onu açar, yarısını yer, yarısını bana yedirirdi. sonra, sonra o öpücük balığı ve ayrılık..

“ben gidiyim” dedim.. sesi boğuktu.. ”gitme” dedi.. ama söyledim. hep öyle derdi.. giderdim sonra. döndüğümde oradaydı, bilirdim. yine “gitme” derdi..

“gitme” dedi.. gözlerinde yaş tomurcukları, birazdan duracak dünyalar, sanki hepimiz ölücez. “bu kez gitme”..

gitmesem olur sanki.. “ama bunun sonu yok ki” dedim.. “yok işte salak “dedi.. ”hep sonunu istiyorsun. sonu, bittiği yer, tükendiğim zaman.. yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman.. bu kez gitme işte.. gitme..”

karşısında bir çocuk gibi duruyorum.. içimden bir çocuk o duvarı tırmanıp aşmaya çalışıyor ama olmuyor.. birileri yıllarca ördü o duvarı.. annem koydu bir tuğla, sonra babam.. dayım, öğretmenim, komutanım, patronum, radyom, televizyonum.. gidicem ben, işim var işim.. çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem.. hasan’a borcum var.. tarık’la sözleştik, kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş.. ilknur iş arıyo sonra.. resmen iş istiyo işte, aramıştır.. onun yeri ayrı ama ilknur da fena değil şimdi.. işim var.. işim..

“gidiyim ben” dedim.. bu kez gözleriyle “gitme” dedi.. ben de ona “gözlerim sana mı kaldı” gibisinden baktım.. tek mi sana kısmet olacak sanıyorsun benim “çivileyen bakışlarım”.. işi var gözlerimin. kritik pozisyonlara bakıcam, topa konsantre olucam, top secret’ı izliycem, günlük kuru yakından takip edicem.. ilknur’un kalçalarına bakıcam.. mtv’nin klipleri, savaşlar, siyah-beyaz yerli filmler.. işi var gözlerimin..

sonra yıldırımlar çaktı.. hiç susmadım.. “hayat masal mıydı yani?.. dışarıda millet birbirinin gözünü oyarken, biz burada yanak yanağa.. noolcaktı yani.. leblebiden saat olur mu.. “vakit” denen nanenin ne demeye geldiğini herkes biliyor artık.. iyi.. pıt pıt pıt öpüşelim, sen beni seviyormuşsun, ben seni çok.. ee, anangil “oturma odası takımını erkek tarafı alsın” dediğinde ne bok yiyecez peki? öpücük balığını mı satacağız..” nefes nefese sustum..

“dışarıdakiler” dedi.. “dışarıdakiler, bunu beceremez işte.. öpücük balığını kimse alıp satamaz.. sen bile.. diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmez..”

***

bir varmıştı, şimdi bir yokmuş..

nevizade sokağı’ndayız, yol boyu meyhane.. masanın altından ilknur’un elini tutuyorum.. dördüncü kadehten sonra sayamaz oldum rakıları. bir çingene, yanındaki masaya keman çalıp haykırıyor “dönülmeyyz akşamıyyn ufuğuğun daiiz, vakiyyt çook geyç artık..” elini darbukaya röntgen filminde her patlattığında gözümün önünde bi dudağı gökte bi dudağı yerde masal devleri görüyorum.. gümm! dev.. güm! lamba cini.. güm! haramiler..

kocaman bir davulun üstünde küçük bir şey kırıntıları dökmüşler gibi, belki öpücük balığının yemleri onlar.. hani onun en yalın ve sevimli hali gibi.. gümm!.. zıplıyor hepsi, gümm zıplıyor her şey.. ilknur’un göğüsleri kliplerdeki gibi havalanıp zıplıyor.. uçuşup tekrar yerine düşüyor, tabaklar, yıldızlar, sigaram.. canım yanıyor.. sonra pıt pıt pıt.. darbukaya üç parmak darbesi vuruyor çingene.. masalların sonunda gökten teklifsizce düşen üç elma bunlar.. ben görüyorum, ilknur görmüyor, kimse görmüyor..

müzik bitti.. ilknur bir şeye gülüyor.. masanın yanı başında, tuhaf, simsiyah gözlüklü, başı sımsıkı bağlı bir kadın var.. o hep var nevizade sokağında.. elinde kocaman bir çerez kavanozu, sormadan, avucundaki çay bardağını kavanoza daldırıp, bardak dolusu kuruyemişi masamıza boşaltıyor.. cebimden para bulup kadına uzatıyorum.. aklımda zamanın en acı tadı.. ”peki kaç leblebi var bunun içinde teyze” diye soruyorum.. kadının suratını yıllar bıçaklamış, sesinde hırıl hırıl alaycı bir öfke; “manyak mısın sen koçum?” diyor.. ilknur gülüyor, benim gözüme üç elma kaçtı, masalların kötü kalpli cadısı avucumdaki parayı yolarcasına kapıp yan masaya seğirtiyor..

az önce bir masal bitti, kimse bilmiyor.. öpücük balığı bir iskelede, güneş altında çırpınıyor.. ilknur’un gözlerinin işi var, benim yüreğim kovulmayı çoktan hak etmiş, boşta gezer.. uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “bana masal anlat” diye ağlıyor..

diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor..

atilla atalay

13.5.13

kırık

bazen tek ihtiyacın olan birazcık güneş ışığıdır, ama hayat işte, o bazen'lerin bir kısmında sana verdiği tek şey yağmur bulutlarıdır. kendimce dandik bir kişisel gelişim kitabı girişi yaptıktan sonra -ki onları bu kadar değersizleştirmemin tamamen kendimle alakalı olduğunu yeni fark ediyorum, aslında demek istediğim şeye gelecek olursam: hayal kırıklıkları çok olasıdır.

hayal kırıklığı diyince, aniden paramparça olan kocaman bir camın gürültüsü geliyor kulağıma her seferinde. cam kırığının batması, kanatması değil yani; sesi. nereden aklımda kalmış bilmiyorum, belki bir diziden, belki de bir rüyadan. bir de o sesle birlikte, birazcık silik olsa da, görüntüsü. yerle bir olmak gibi. yerle bir olurken de bağırmak gibi işte. şimdi her şey yerli yerine oturmadı mı sizce de?

nereden çıktı bunlar bilmiyorum. son zamanlarda yaşadığımdan değil de, tekrar yaşamaktan korktuğumdan (yazar, tam burada alaylı bir şekilde gülümsüyor). hayal kırıklığının yaşamla çok yakın bir ilişkisi var zaten, ama burada anlatmaktan açıkça kaçınacağım. dans yarışması seyredeceğim, bir dans beni çok etkileyecek ve ancak o zaman ağlayabileceğim.


20.3.13

benim de yaa

ne yaptığımızı size söyleyeyim. durmadan yapmamız gereken ne çok işimiz olduğundan, ama hiçbirini yapmayı istemediğimizden bahsedip duruyoruz birbirimize. her şeyden ne kadar sıkıldığımızı dile getiriyoruz her defasında. güzel bir tatil istediğimizden, telefonu ve bilgisayarı kapatıp gitmek istediğimizden konuşuyoruz. sorun işlerin fazlalığı, bizim isteksizliğimiz değil oysa ki. sorun, bu durumun, bunu söylemeyenlerin garipseneceği kadar normalleşmiş olması.

biri bana canının sıkıldığını söylediğinde, canım sıkılmasa bile "benim de yaa.." diyesim geliyor. belki gerçekten sıkılıyorum ama biri söyleyene kadar fark etmiyorum. biri bana bunu söyleyene kadar halimden memnunum aslında. o yüzden bana işinizden bunaldığınızı, yorulduğunuzu, canınızın sıkıldığını söylemeyin lütfen.

kendimi tutamıyorum.

2.3.13

huzur

bazı akşamlar hiç bitmesin isteriz ve o akşamlar, diğerlerinden hızlı geçer. dışarısı soğuktu, yanında huzurluydum. huzur, o güne kadar aradığım bir şey değildi aslında. mutlu olmak önemliydi benim için. kıpır kıpır olmak, yerimde duramamak, çokça gülmek ve eğlenmek isterdim. insanlar bana baktığında mutlu olsun isterdim. hayatta bazen kötü şeyler olurdu. üzülebilir, kızabilir, küsebilirdik. sonrasında ise mutlu olmamız gerekirdi, bir başka üzüntüye kadar. bu nedenle, mutluluk geçici olduğunu hissettiriyordu; değerliydi. geçmemesi için çabalamak gerekirdi. 

bir akşam, mutlu değildim; bir sürü sorunum vardı, ağlamak üzereydim. yanımda sen vardın, üşümüştük. yine de sevmiştim o anı. sokak lambalarının zayıf sarı ışığını, yanımızdan geçen insanların acelesini, gözlerindeki huzuru... en çok onu... şimdi o akşamı düşündüğümde, senin gözlerinde kendi huzurumu görmüş olduğumu anlıyorum aslında. basit bir yanılsamaydı belki de. hep öyle değil midir zaten? 

... diyip bırakmışım aylar önce. şimdi düşününce, gözlerinde kendi huzurumu gördüğümden beri, aradığım şeyin huzur olduğunu fark ediyorum. ama kendi huzurumu kaçırmaya neden bu kadar meyilli olduğumu anlayamıyorum. bunu da yazayım ki, belki aylar sonra okuyunca aydınlanır her şey. 


kendine psikolog !

günlük okuyabilmek için, yazma gerekliliğim aslında canımı çok sıkıyor. bazı şeyler kendiliğinden olsun istiyorum. hiç kimsenin, hiçbir şeyin etkisi olmasın. sihir gibi, büyü gibi bir şey yani. böylesi çok sıkıcı, çok öngürülebilir geliyor. hiç heyecanı kalmıyor. günlüğümü ya da blogumu açtığımda hiçbir zaman şaşırmıyorum mesela. çünkü her şey bıraktığım gibi. böyle düşününce de kendi gücümle gurur duydum aslında. düşünsene, her şey bıraktığım gibi ! ben olmadığım için hiçbir değişiklik olmamış, ben gelmeseydim yine bir değişiklik olmayacaktı. demek ki bir şeylerin değişmesi için beni bekliyorlar. hmm. yine çok ilginç bir noktaya geldim tabi. kim bekliyor beni diye sorsam verecek bir cevabım yok. ben bunu bi düşüneyim.

içses: salak, yemin ederim gerizekalı bu kız ! 

31.1.13

sway

bugün melodisini en sevdiğim dans şarkılarından birini dinlerken, kısacık bir görüntü geldi gözlerimin önüne.

yuvarlak, açık kahverengi bir sahnenin üzerindeydim. pastel pembe bir elbisem vardı, eteği uçuşuyordu. saçlarım açıktı, uzundu ve dalgalıydı çünkü bu en sevdiğim saç modeliydi. çevremde seyirciler vardı. karanlıkta oldukları için yüzlerini göremiyordum ama çok kalabalık olduklarını fark edebiliyordum. bana bakıyorlardı ama beni heyecanlandıran onlar değildi. sway'di. melodisini en sevdiğim dans şarkılarından biri. çok güzel dans ediyordum. tek başımaydım ve herkes beni izliyordu. ben de kendimi izliyordum ve beğeniyordum. gözlerimi açtım. istediğimin bu olduğunu anladım.

her ne yapıyorsam, kendimi müziğe kaptırmam gerekiyor belli ki. gerisi kendiliğinden geliyor.

bu kadar basit. 

12.1.13

paperboy


6.1.13

osidolao

2005'te...

bir gün bir kiliseye gideriz seninle. bu sefer gerçek bir meryem ana heykelinin kalbine yollarız dileklerimizi. birsürü bonibon bırakırız önüne. isa'yı çarmıhlardan söker, yerine yüreklerimizin cesetlerini asarız ya da bir uçurumun kıyısına oturur, her saat başı kendinden atlayarak intihar eden ağacı izleriz - aynaya bakar gibi - sonra sen başını omzuma yaslayıp ağlarsın. hiç sebepsiz, öylesine ağlarsın işte. gözyaşların düşer soluğuma. uçurumun kıyısına yürürüz birlikte. adım adım... her şeye inat... sen çığlık atmayı öğretirsin bana düşerken.

- ah ! karanlık asansörlerdeki bitmek bilmeyen intiharlarımız -

beyza, dostum, kan ısıtıcım, ruh ikizim, ötekim, harbe giden sarı saçlı kızım benim. hani o gün vardı ya... o gün birsürü çatal iğne getir. göz kapaklarımız için. merdivenlerde erirken dikişlerini patlatacağız gözlerimizin !

not: ben yürümeyi senden öğrendim ! teşekkür ederim. her şey için, var olduğun için ! 

ve aynı kişiden 2010'da... 

aslında sana söylemeyi unuttuğum bir şeydi, ama unuttuğum halde bildiğini de bildiğim bir şey. ben bahçeleri çok sevdiğimi yeni anladım mesela, ama sen bunu en önceden biliyordun gibi. her çeşit bahçe, yapma çiçekli plastik çimenli bahçe, ıslak çamurlu gece vakti bahçesi, cüceli bahçe, sana özel boynu bükük papatya bahçesi, bana özel kedili bahçe. ikimize özel papatya ve kedi bahçesi, merdivenli bahçe... yağmurlu bahçe, deniz yıldızı bahçesi, erikli bahçe... herbiri kendine has ruhunun öyküsünü biriktirirken, sen bütün bahçelerin içinde, ulaşamadıklarımın da içinde, altın bir akşam üstü gölgesi edasıyla bana anahtarı kapının altından hep bırakırsın biliyorum. seni seviyorum.

---

en çok özlediğim. yine 17 yaşında olsak. sırf her günaydın'dan tatlı rüyalar'a kadar birlikte olabilmek için :)