bazen eve geliyorum ve uyuyorum. birazcık üzgün olsam, gördüğüm hiçbir rüyayı hatırlamayacak kadar derin uyuyorum hem de. sonra uyanıyorum. birkaç saatin daha geçtiğine ve gece uykusuna birkaç saat daha az kaldığına seviniyorum. gece uykusu daha uzun çünkü. daha karanlık. daha sessiz. o sessizlikte, uyumadan birkaç dakika önce, kendi kendime konuşuyor oluyorum. içimden. kimseyi uyandırmamak için. ev çok kalabalık geliyor böyle zamanlarda. dünya çok kalabalık geliyor. düşünecek çok fazla insan var, diyorum, onların da düşüneceği çok fazla insan var. sırf bu yüzden, bir şey yapsam, binlerce, milyonlarca, milyarlarca insanı etkileyeceğimi sanıyorum. haklı olabilirim. olmayabilirim de. mesele bu değil çünkü bir şeyleri yapmama nedenim de bu değil. mesele şu: ben kendi hayatımın değişmesini istemiyorum. evdekiler gece uyanmasın en basitinden. sabah kalkınca hiçbir şeye üzülmemişiz gibi kahvaltımızı yapalım. kendimizi yıllarca ne kadar sevgisiz bıraktığımıza bile şaşırmadan onlarca kişiyle gülelim, eğlenelim. günler birbirine o kadar benzesin ki, hiç zaman geçmedi sanalım; sonra geri dönüp baktığımızda geçen zamana inanamayalım.
kulağa ne kadar güvenli geliyorsa, o kadar durağan bir şeyden bahsediyorum aslında. yalnız bir şeyi unutuyorum herhalde: hayatın doğası gereği durağan olmadığını; dolayısıyla, beklediğimin aksine hareketsizliğin sonunun da güvensizliğe çıkacağını. buradan söylemesi kolay, uygulaması zor bir sonuç çıkıyor tabi. hareket etmeye karar verirsen, değişimin yönünü de ayarlayabilirsin. yani, ayarlayabilirim. bilmiyorum, başkasına söylemek daha kolay.
o çocuğu sevebilmek için, o çocuğun sevildiğini hissetmem, görmem gerekiyor bence. bu yüzden, bunu bu zamana kadar ne yaparak engellediysem, onları bulmaya çalışmakla harekete başladım. bir şeyler buldukça neler yapmış olduğumu görüp üzülüyorum, biraz daha uyumak istiyorum. yeterince uyuduktan sonra bir adım daha atabiliyorum. yavaş yavaş gidiyorum.